Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Büyülü Armalar
“Tekrar kontrol edeyim.” Bize lonca ve yeni üyeliklerimiz
hakkında anlatacakları bittikten sonra resepsiyoniste konuştum. “Az önce ölü
canavarları satın aldığınızı söylemiştiniz, değil mi?”
“Evet, ediyoruz. İhtiyacınız olmayan her şeyi hemen satın
alabiliyoruz.”
Doğrusu, kahramanın tüm parasını bize harcamasına biraz
üzüldüm ve biraz da cep harçlığı kazanmak istiyordum. Eşya kutuma elimi
daldırmaya hazırlanırken, yeteneği aktifleştirmeden önce kendimi tuttum.
“Hey Nell. İnsanlar eşya kutuları hakkında ne düşünüyor?”
kahramana doğru eğilip fısıldamaya başlamıştım.
“Eşya kutuları mı? Ah, depo büyüsünü mü diyorsun?”
“Şey evet. Aynen, öyle diyelim.”
“Biraz nadirdir ama onu kullanmaya yatkın olanlar
kullanabiliyor, o yüzden garip karşılanacak bir şey değil.”
Güzel. Kendimi tutmama gerek yok o zaman. Yeteneği
aktifleştirdim ve sağ elimin olduğu bölge bozarak, sanki uzayda bir yarık
açılmış gibi bir şey oluşturmuştum. Elimi içine doğru uzattım ve satacak bir
şeyler aramaya başladım. Bir bakalım... Alt edebilmek için Rir’le birlikte
çalıştığımız şeyleri sanırım satmamalıyım. O şeyler aşırı lezzetli. Onu paraya
çevirmek yazık olurdu. Sanırım tek yumrukla indirebildiğim birkaç canavarı
verecektim.
Birkaç tane cesedi çekip çıkardım ve onları tezgahın üzerine
bıraktım.
“D-dostum şunu görüyor musun? Şu herif az önce bir Boynuzlu
Kaplan çıkardı!”
“Aynen. Ve sadece bu da değil. Bak, adamın elinde lanet
olası Kanlı Ayı da var!”
“Vay anasını! Aralarında Marmodoltis bile var!” [1]
Benim tarafıma bakmakta olan birkaç kişi şaşırmıştı.
Şaşkınlıkları daha fazla ilgi çekerek ikinci bir grubun da şaşırmasına neden
olmuştu. Bulaşıcı döngü, her bir maceracı başını bana doğru çevirene kadar
kendini tekrar etti.
“Fmph.” Kollarımı birleştirdim. Şaşırmış güruhu görünce
yüzümde kocaman bir gülümseme oluşmuştu. Savulun plebler. Gücümü iyice izleyin
ve benden ne kadar aşağı olduğunuzu anlayın. Muhahahaha!
“Utanmaz aptallığını kes Yuki. İşini bitir de gidelim
artık.”
Lefi, kafamdan aşağı simgesel bir kova buzlu suyu dökerken,
“Hadi ama...” diye iç çektim. “Az da olsa keyfini çıkarmama izin veremiyorsun
değil mi? Ne diye karıştın ki zaten? Hadi ama! Biraz eğlenmenin kime zararı
var?”
“Evet, evet, sen ve senin eğlencelerin.” Ejder kız gözlerini
devirdi. “Pekala, ne yapacaksan yap ama hızlı yap. Buradan çok sıkıldım.
Buralarda çok fazla oyalandık.”
“Peki...” istemsiz bir şekilde, gözleri ve ağzı ardına kadar
açık, şaşkınlıktan donakalmış resepsiyoniste döndüm. “Peki, şey, bana nakit
verme imkanınız var mı?”
“P-peki, bir saniye.” Resepsiyonist kendine gelmiş ve
etrafta koşturup bana bir kese dolusu para verdi. “B-beklettiğim için özür
dilerim. Buyurun, size olan borcumuz.”
“Tamamdır, teşekkürler.”
“B-bizi tercih ettiğiniz için teşekkürler! Yine bekleriz!”
Arkamı dönerken gözümün ucundan resepsiyonistin eğildiğini gördüm ve loncadan
dışarı çıktım.
***
“Hey Nell. Yakala.”
“Hı? Ne!?”
Dışarı çıkarken loncadan aldığım parayı ikiye böldüm. Bir
yarısını kutuya atıp diğerini öylece kese halinde kahramana doğru attım.
“Bu ne için?”
“Şehirde gezerken bütün paranı yemiştik, biliyorsun.”
“N-ne!? Bu şey bunun için mi!? Y-yok artık! Bu benim
harcadığımdan kat kat daha fazla!” Şaşırmış bir şekilde konuşurken keseyi açıp
içindekilere baktı.
“Sonuçta, bu kadar parayla ne yapacağım ki ben? Harcayacağım
falan yok sonuçta. Ayrıca, bana insan topluluğuyla ilgili öğrettiğin onca
şeyden sonra sana borçluyum. Ders ücreti olarak düşün.”
“Gerçekten mi? Daha sonra istemeyeceğinden eminsin değil
mi?”
“Yok. Alabilirsin.”
“Çok teşekkür ederim!” Kahraman panik içinde parayı nereye
koyacağını ararken neredeyse keseyi düşürüyordu. Bu garip. Sanırım büyürken
para sıkıntısı çekmişti.
Az önce sattığım canavarları kolaylıkla halledebileceği
halde, biraz cep harçlığından daha fazlasını taşımaya alışkın değil gibiydi.
“Tabii ya. Bu şey de ne?” Maceracılar Loncası’ndan aldığım
kartı çıkarıp üzerindeki işlemeyi ona gösterdim.
“Bu senin büyü arman.” Sonunda para kesesini beline
sıkıştırmaya karar verdikten sonra karşılık verdi. “Arman, mananın dalgaboyunu
gösterir ve herkesinki farklıdır. Armaya mana akıttığın zaman parlayacaktır.”
“Öyle mi?” Onu dinledikten hemen sonra büyü enerjimin bir
kısmını karta doğru akıttım. Yeterli seviyeye gelince dalgaya benzer arma,
zayıf bir ışık yaymaya başlamıştı.
“Sadece sahibi ona büyüsünü akıttığında parlayacağı için
kimlik olarak gayet iyi iş görüyor. Olmadığın biri gibi davranamazsın.”
“Hmm. Etkilendim. Bu kartlar düşündüğümden çok fazlasıymış
meğer.” Dedim. “Ama bir dakika, ya manaya sahip olmayanlar?”
“Manaya sahip olmayanlar derken ne demek istiyorsun? Herkes
manaya sahiptir.” Genel kültür eksikliğimi sorgulayan kahraman en kuşkucu
bakışı atmıştı. Ah... anladım. Demek burası, şu dünyalardan.
“Manası olmayan insana en yakın şey, mana akışını kontrol
edemeyen birisidir.” Kahraman konuşmasına devam etti. “Onlar istisnalar ve
kendilerine özel hazırlanmış kimliklere sahiplerdir.”
Vay be, söylemem gerek, tüm bu kimlik işi gayet iyi
düzenlenmişti. İnsanlığın becerileri pek de azımsanacak gibi değil demek.
“Peki, her yerde böyle mi?”
“Pek değil.” dedi kahraman. “Bu şehir, her şeyin titiz ve
düzenli olduğu birkaç şehirden biridir. Diğer yerlerde işler genelde yarım
yamalak yapılır.”
Ya da yapılmaz. Bu da bir fikir. İlk tanıştığımızda fark etmemiştim
ama şimdi şehrin başkanının aslında gayet yetenekli bir yönetici olduğunu
anlamıştım.
“Ve şu arma, bir anlamı var mı?”
“Kimliğin sahibinin eğilimli olduğu elemente göre şekil
aldığı, uzun zamandır söylenen bir şey, ama bazılarının şekilleri pek açık ya
da tutarlı olmadığından aslında neye bağlı olduğunu kimse bilmiyor.”
Hmm... evet, bu biraz doğru gibi. Su büyüsü, en iyi olduğum
büyü, ve arma bana hem su kanjisini (水), hem de nehir kanjisini (川)
anımsatmıştı. Bak ne diyeceğim? Aslında benim armamın böyle gözükmesinden gayet
memnunum. Yapacağım bir sonraki silaha bunu kazımalıyım.
“Senin arman nasıl Lefi?” Ejder kıza doğru döndüm.
“Kendin bak.” Elbiselerinden birinin cebine elini atan Lefi
lonca kartını çıkarıp bana gösterdi.
“Şeye benziyor... ateş...?”
“Evet.” Lefi başını salladı. “Her ne kadar göstermemek için
kendimi tutsam da, en usta olduğum şey ateş çıkarmaktır.”
“Evet, sanırım onu kullandığını çok görmedim.”
“Onu yapacak bir fırsatım hiç olmadı.” Lefi sırıttı. “Ateş,
doğası gereği yakıp yıkmak dışında çok fazla şeyde kullanılmaz. Hem su hem de
toprakta ateşe göre daha ustasın, ve güçlü olan yanlarını geliştirmenin senin
için daha iyi olacağını söylemiştim.”
Bu bana biraz fazla aşağı görmek gibi gelmişti.
“Bilmem Lefi. Bence ateş bir şeyleri küle çevirmekten daha
çok işe yarar. Bence süper bir şey. Gerçekten gösterişli ve havalı. Ayrıca,
ateş, sonuçta tam senlik bir şey. Bana tutku ve harareti hatırlatıyor.”
“Gerçekten mi?” Lefi afallamış gibiydi.
“Evet. Sonuçta sen sensin Lefi. Eminim ateşin güzel, sıcak
ve rahatlatıcıdır.”
Lefi’nin dudakları keyifli bir gülüşe bükülerek büyükçe bir
adım atıp yanımda yürümeye başladı.
[1] Marmodoltis: Bir yerde (sanırım vietnamca bir siteydi belki de
yanlıştır) peygamber devesine benzer bir şey olduğunu okudum. Tam ne olduğu
konusunda ne bir fikir ne de bir tarif var.