Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Başka Bir Dünyada Tatil Yapmak - Dördüncü Kısım: Lokanta
“Vay canına...” kahraman yarı bezmiş, yarı etkilenmiş bir
ses tonuyla konuşurken Lefi ve ben bir sürü yiyeceği mideye indiriyorduk.
Şaşkınlıktan kalakalmamak için elinden geleni yaparken, gözleri bir bana bir
ejder kıza gidip geliyordu. “Siz ikiniz gerçekten çok yiyorsunuz...”
Lefi ve beni halka açık ve biraz büyükçe bir restorana
getirmişti. Üçümüz, içerideki tekli, yuvarlak masalardan birine oturmuştuk.
Dükkana ve işlere bakan kadın biraz yaşlı ve belinin çevresi biraz kalıncaydı.
İşler patlıyordu. Kızı olduğunu düşündüğüm genç bir kadın yardım etmiyor olsa,
tek başına ilgilenemeyecek kadar fazla müşteri var gibiydi. Kız bayağı güzeldi
ve entelektüel ama neşeli bir tür aurası var gibiydi. Vay anasını. Dükkandaki
adamların domates gibi kızarmış suratlarla onu izliyordu. Buranın bu kadar
popüler olması hiç de şaşırtıcı değil.
“Konu açılmışken, sanki normalden daha da fazla yiyor gibi
hissediyorum. Bu biraz tuhaf değil mi?”
“Bir dakika! Sizin kafanız niye karışıyor?” Kahraman gücenip
bize çıkışmıştı.
“Yani, zindanda takıldığım zamanlar bu kadar fazla yemek
yemiyordum. Bu ani ve pisboğaz açlığımı tabii ki de garip buluyorum.”
Bana kalırsa iştahım, hiçbir zaman şimdikine yakın
gariplikte olmamıştı. Evet, ben de bilmiyorum. Zindandayken, her zaman sıradan
bir yetişkin kadar yemek yerdim ama şimdi sanki bunun iki katını kolaylıkla
yiyebilirmişim gibi geliyor.
“Bunun sebebi, bölgenin büyü parçacıklarından yoksun olması.
Yoğunluğu, alışık olduğun seviyelerden çok daha az.” dedi Lefi. “Vücudunun
enerji rezervlerini her zamanki seviyelerde tutabilmesi için havada yeterince
büyü parçacacığı yok. Bu yüzden, bu enerjiyi elde etmek için seni başka yollar
denemeye itiyor.”
Gümüş saçlı bakire bu sözleri, önündeki tabaktan ağız dolusu
aldığı spagettileri yerken söylemişti. Hem makarnayı hem de ekstra et sosunu
öyle etkileyici bir şekilde hüpletiyordu ki yanımızdan geçen dükkan sahibinden
hem bir gülümsemeyi hem de bir iltifatı kapmıştı. “Vay canına! Yemekleri, bir
şampiyon gibi hüpletiyorsun! Yürü be kızım!”
Gözlerimi tekrar Lefi’ye çevirmeden yaşlı kadını başımla
hafifçe selamladım. “Bir dakika, büyü parçacıklarının yoğunluğu bu kadar fark
yaratıyor mu?”
“Tabii ki.”
“Vay canına. Doğrusu, ben olsam farkı anlayamazdım.”
“Bunun sebebi senin yeteneksiz olmandan başka bir şey
değil.”
“...” Lefi’nin sözlerine karşı çıkma imkanım yoktu. Hedefi
tam ortadan vurmuştu ve ne kadar söylenirsem söyleneyim, sözlerinin doğruluğunu
değiştiremezdim. Bu çok kötü hissettirdi... Bir dakika. O zaman bu, vücudumun
düşündüğüm kadar enerji verimliliği olmadığını mı gösteriyor? Sıradan birinin
bir oturuşta yiyebileceği yemeği çoktan yedim ama hala daha yeterince yememiş
gibi hissediyorum.
“Size söylemeyi unuttum, büyü falan demişken aklıma geldi.”
Kahramana doğru döndüm. “Neden yaşlı başkan dostumuz şu büyülü silah hakkında
bu kadar telaşlandı ki?”
Doğal olarak, onunla konuşurken ellerim de boş değildi. Bir
parça teriyaki tavuğa benzeyen bir eti, marula benzeyen bir sebzeyle sarıp,
üzerine domatese benzeyen bir meyve ve peynire benzeyen bir malzeme eklemeden
önce burgere benzeyen bir şeyden bir parça kestim ve onu etrafına sarılı,
ekmeğe benzeyen bir şeyden çıkardım. Sonra hem yaptığım marullu dürümü hem de
çatalımla kestiğim eti birlikte ağzıma attım. Kullandıkları malzemeler hakkında
en ufak bir fikrim bile yoktu ama yine de hoşuma gidiyordu. Dostum, burgerler
gerçekten harika. Yurt dışında, gerçek burger yemiş insanlar, tam olarak ne
demek istediğimi anlayacaktır. Tabii ki restoranlarda yapılanlardan
bahsediyorum, fast food çöplerinden değil. Neden satılan fast food burgerlerin
tadı çok daha kötü oluyor ki? Bana sorarsanız tam bir muamma.
“Peki...” kahraman
bir anlığına durup düşündü. “Bu pek gizli bir bilgi sayılmaz, o yüzden sanırım
size söylememde bir sakınca yok. Aslında bu tarz şeyler yakın zamanda çokça
olmaya başladı.”
“Oh?” Ağzıma bir şeyler atmayı kesip dikkatle kahramana
baktım. “Yani bana, bulduğum balta gibi lanetlenmiş büyülü silahlardan bir sürü
olduğunu mu söylüyorsun?”
“Hayır, bunu demek istemedim.” diye yanıtladı kahraman.
“Lanetlenmiş bir büyülü silaha sahip tek kişi, dün yendiğin kişiydi. Benzer
olan şey, bulduğun baltanın insanları çıldırtma özelliği. Bu şehir, son
zamanlarda, delirmek de dahil, bir sürü tuhaf olaylar yaşıyor. İki ana vaka
türü oldu. İlkinde bağnaz köleler birden ellerine silahları kapıp insanları
öldürmeye başladı. İkincisi ise insanların zıvanadan çıkıp öfkeden sağa sola
saldırmaları şeklindeydi. Başkan Raylow, bu olayların bir tür uyuşturucu ya da
benzeri maddelerle alakalı olduğunu düşünmüştü ama elle tutulur bir kanıt bulamamıştı.”
“Bunların tesadüfi olmadığından emin misiniz?” Diye sordum.
“Görünüşe göre hayır.” Kahraman başını sağa sola salladı.
“Başkan bunun mümkün olmadığını söyledi. Olaylar bu ay başladı ve tesadüf
olamayacak kadar fazla sayıda olay oldu.”
“Anladım.”
“Ah ve efsunlu baltayı aldığın adamı hatırladın mı?”
“Evet? Ne olmuş ona?”
“Efsunlanmış büyülü silahlar, lanetlendiği zaman piyasada
bulamayacağınız kadar güçlü olurlar. Bulması gerçekten ama gerçekten çok
zordur, bu yüzden muhafızlar onu ilk nerede kullandığını sordu. Anlaşılan bunu
ona biri vermişti.”
“Anladım. Sanırım neler döndüğünü anlamaya başlıyorum.”
dedim başımı sallayarak. Galiba birileri saman altından su yürütüp, şu efsunlu
balta gibi eşyaları birilerine dağıtıp insanların akıllarını kaçırmasına neden
oluyorlardı.
“Demek etrafta bu kadar muhafız gezmesinin sebebi bu öyle mi?”
Dışarı baktığımda başkanın devriyelerinin geçtiğini gördüm. Gördüğüm üç kişilik
grupta her bir adam zırhlanmış bir şekildeydi. Hmm. Ve ben de burada oturmuş
bunun normal olduğunu düşünüyorum. “Peki, birilerinin şehri yok etmeye
çalıştığını falan mı düşünüyorsunuz?”
“Sadece sizi.”
“Ah hadi ama...” diye gözlerimi devirdim. “Biz tamamen
masumuz. Size buraya öldürmek ya da bu şehri yok etmek için gelmediğimi çoktan
söylemiştim. Ve birden fazla kez söyledim.”
“Evet, biliyorum.” diye karşılık verdi kahraman. “Senin
yöntemin, muhtemelen daha doğrudan bir şekilde olurdu.”
Bunu inkar edemezdim. Aynen, eğer bu yeri yok etmek istesem,
muhtemelen birkaç tane canavar çağırıp geceleyin burayı dümdüz etmelerini falan
söylerdim. Ucuz zindan canavarları, Uğursuz Orman’da yaşayan canavarlara pek
bir şey yapamasalar da insanlardan hala güçlü sayılırlardı.
“Evet, bu yüzden dikkatli olun! Yuki’nin hazırlıklı olduğunu
biliyorum ama özellikle sen Lefi, dikkatli olsan iyi olur. Şehir senin gibi bir
kız için çok tehlikeli olabilir.”
“Şeyyy... Evet...” abuk, zorlama bir tonda kahramanı
onayladım. Doğru... Ona Lefi’nin Yüce Ejderha olduğunu hiç söylememiştik. “Bunu
duydun mu Lefi? Sana dikkatli olmanı söylüyor.”
“Dikkatli olmak mı?” Dünyanın en güçlü ejderhası kaşlarını
kafası karışmış bir şekilde çatmıştı. “Tam olarak neye dikkat etmem gerekiyor?
Midemin aldığından daha fazlasını yemek, sanırım?”
“Şeyyyy... Evet, tabii. Aynen, öyle diyelim.”
Söylediklerinden çok yemeğe odaklı olduğu belli ejder kızı isteksiz bir tonda
yanıtladım.
“Demek istediğim şey bu değildi...”
Kahraman omuzlarını düşürüp bezgin bir iç çekti. Aynen, seni
anladım ama merak etme Nell. Lefi, düşündüğünden en az birkaç yüz kat daha
güçlü.