Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Ölü Ruhlar İçin Açık Büfe - 2. Kısım
“Düzeninizi koruyun!” Gamdia Roston, bir yandan gözüyle
vaziyeti kontrol ederken bir yandan da adamlarına bağırarak bir emir vermişti.
“Tek bir hortlağın bile elinizden kaçmasına izin vermeyin!!”
“Efendim! Evet efendim!” Emri altındaki adamlar aynı
şiddette bağırarak karşılık verdi. Her bir ses kendi başına güçlü bir iradeye
sahipken, birleştiklerinde boyun eğmez bir koro halini alıyordu.
Başkan köşkünün önünde toplanan asker güruhu, kendilerini
falanks düzenine göre ayarlamışlardı. [1] Her bir adam ve her bir delikanlı,
acımasız hortlak saldırılarından dolayı hasar görmüş birer büyük kalkan
taşıyorlardı. Neredeyse tamamen savunma pozisyonunda gibi gözükseler de
yaptıkları boşa değildi. Müttefikleri, yani şehrin büyücüleri ve maceracıları,
hortlak hareketlerini kısıtlamak için çalışırken, muhafızlar da bu hattı
savunmaya devam ediyorlardı.
Maceracılarla muhafızlar birbirlerini pek görememişlerdi.
Maceracılar daha kaba saba oldukları için, şehrin askerleri tarafından sürekli
yakalanan ve şikayet edilen bir güruh olmuşlardı. Yine de bir olmuşlar ve omuz
omuza savaşıyorlardı. Güçlüler, hep birlikte zayıfları korumak için
çalışıyorlardı. Çünkü biliyorlardı. Bu kadar çok çalışıp elde ettikleri gücün,
evleri gibi gördükleri şehri korumak için kullanılmadığı sürece bir anlamı
olmadığını biliyorlardı. Ve bu yüzden, hortlak tehdidini ortadan kaldırmak için
gayret gösteriyorlardı.
Birleşmiş güçlere komutanlık eden Gamdia’dan başkası
değildi. Gamdia buralarda yeniydi; Alfyro’ya daha yeni gelmişti. Şehir ve
problemleri hakkında daha bilgili olan bir sürü kişi olmasına rağmen, şehrin
muhafızları olarak o atanmıştı. Meritokrasiyi sevmesiyle bilinen yeni
adamlarının çoğu şehrin yönetiminden şüphelenmeye başlamıştı. [2] Ancak, kısa
süre sonra, doğru ve dürüst biri olmasının yanında, mevkisini hak edecek kadar
yetenekli olduğunu da gördüklerinde onları kazandı. Talimatları kesindi ve
adamın kendisi de hafife alınamayacak kadar da kuvvetliydi. Hatta, onu kabul
edenler sadece muhafızlar değildi, Alfyro’nun bütün halkı da onu kendilerinden
biri olarak görmeye başlamıştı.
Her ne kadar Gamdia dikkatleri üzerine çekiyor olsa da
arbedeye katılan önemli bir dövüşçü daha vardı. Şehrin başkanı Raylow Lurubia
da savaşa katılmıştı. Adamları, geri çekilmesi için ona umutsuzca yalvarmış
olsa da Raylow onları görmezden gelip, zombilerle savaşan maceracılar ve
askerlerin olduğu gruplara katılmıştı. Halkın saklandığı sığınakları savunan
özel kuvvetlerin de bir parçasıydı; yani kendi köşkünü.
“Gamdia Beyim, vaziyet ne durumda?” Raylow, bir başka
zombiyi yere indirdikten sonra komutana doğru dönmüştü.
“Hortlak saldırısı gittikçe zayıflamaya başladı. Yakın
zamanda bölgenin kontrolünü tamamen ele geçiririz.”
“Harika. Tahliye bitince biz de şehrin merkezine doğru
ilerlemeliyiz. Ciddi tehlike altında gibi gözüküyor.”
“... Bize katılmak istediğinize emin misiniz?”
“Tabii ki. Savaş alanlarına yabancı değilim. Bir süredir
yaşlı bir kemik torbası olabilirim ama buna rağmen vatandaşlarımın canı
tehlikedeyken kılıcımı çekmekten geri durmam.” dedi Raylow. “Ayrıca...”
“Ayrıca?”
“Tüm bu olanlar yüzünden nefretle doldum ve onu bir yere
boşaltmam gerekiyor.”
Raylow’un sözleri Gamdia’nın sırıtmasına neden oldu. Ama
ilgilenmesi gereken görevleri olduğu için, komutanın konuşacak vakti
kalmamıştı. İzin isteyip hemen görevinin başına döndü.
Aynı şekilde, başkan da kafasında durumu düşünüp tartarken,
bir yandan tahliyeye yardımcı olmaya geri dönmüştü. Her ne kadar hortlaklar
canlıları arayıp onlara saldırsa da, insanların yoğun olarak yaşadığı
bölgelerde canlanmıyorlar gibiydi. Bu bölgelerde yaşayan pozitif yaşam gücü,
doğal olarak kitleler halinde canlanmaları için fazla güçlüydü. Bu, durumun
yapay, birileri tarafından yapılan kötücül veya komplodan başka bir şey
olmadığı anlamına geliyordu.
Ve bu da büyük ihtimalle krallıkla alakalı birisinin
düşündüğü bir şey olmalıydı.
Raylow’un, kendisini köşkünde ziyaret eden kahramandan
sakladığı en önemli bilgi, Alfyro’nun, dengi olan şehirlerin yöneticileri ve
soyluları tarafından hoş görülmediğiydi. Nüfuzlu soyluların çoğu, soyluluğunu
savaş alanındaki performansı sayesinde kazanmış Raylow’u sonradan görme olarak
yaftalıyordu. Onu çabucak eleştiriyor ve onu sık sık çevrelerinden uzaklaştırıyorlardı.
Şehrin başarısı, işleri daha da kötüleştirmişti. Alfyro,
başkentten çok uzaktaydı, o kadar uzaktaydı ki bir sürü insan burayı, hiçliğin
ortasındaki ücra bir kasaba olarak düşünüyordu. Sınırlarının yakınlarında
yuvalanmış, birçoğu aşırı derecede güçlü, çeşit çeşit canavar vardı. Sürekli ve
büyüyen tehdit, Alfyro’nun savaşçılarının kalitesinde doğal bir artışa neden
olmuştu. Hem maceracıları hem de askerleri diğer yerlerde yaşayanlardan daha
güçlü hale gelmişti. Kaliteli orduları, ülkenin zorlu zamanlarında
görevlendiren Raylow, dengi olan soyluların kıskançlıktan çatlamalarına sebep
olmuştu. Yine de bu pastanın sadece bir katıydı.
Üzerindeki krema, yaşanan olay olmuştu. Sefer. Diğer
soyluların aksine Raylow, bu sefere başından beri karşı olmuştu. Onunla
anlaşamayan diğerleri, ordularını Uğursuz Orman’a göndermiş, ama yatırımlarının
her bir kuruşu yok olurken Alfyro’nun güçlerine hiçbir şey olmamıştı.
Saldırıyı organize den her kimse, dünyadaki bütün potansiyel
gerekçelere sahipti.
Diğer soylular, tabii ki de tek tehdit değildi. İblis lordu
da buradaydı, ama başkan, hortlak canlanmalarının onun hareketlerinin sonucu
olduğundan fazla fazla şüpheleniyordu. Pek böyle dolambaçlı bir komplo ile
uğraşacak tipte değildi. Raylow’a göre, eğer iblis lordu saldıracak olsaydı,
yapacağı şey doğrudan şiddet uygulamak olurdu. Eğer isterse, Alfyro’yu küle
çevirmek için tek yapması gereken, oraya buraya saldırmak olurdu.
Dahası, şehri etkisi altına alan bu olaylar, iblis lordunun
şehre gelmesinden önce başlamıştı: Kanıtı olmasa da Raylow bütün bu gizemli
olayların bir şekilde hortlak saldırısıyla bağlantılı olduğundan neredeyse
emindi.
“...Peki.” Alfyro’nun efendisi, kendi kendine konuştu. “Ben
de bir soyluyum, her ne kadar önemli olmasam da. Bana meydan okumak istiyorsan,
geri çevirmeyeceğim.”
Kararını veren Raylow, derin bir nefes alıp konuşmaya
başladı.
“Dinleyin beyler! Bu, şehrimizin karşılaştığı birçok krizden
sadece biri.” Raylow, derinlerinden gelen yüksek sesiyle konuşmaya başladı. Onu
sadece savaşta olan askerler ve maceracılar değil, saklanacak bir yer arayan “Başımıza
kötü şöhretli serseriler bela oldu ve canavar olduları tarafından saldırıya
uğradık! Bunlara rağmen Alfyro bir kez bile düşmedi! Bizi yok etmek isteyenleri
def etmekte her zaman başarılı olduk. Ve bu, bugün de farklı değil! Alfyro,
bizim şehrimiz, bizim evimiz, düşmemeli! Kollarımızı hazırlayalım, seslerimizi
yükseltelim ve evimizi ölümden arındıralım!”
Moraller yükseldi. Alfyro’nun askerleri, başkanın sözleri
biter bitmez hep bir ağızdan bağırdılar. Birleşen sesleri öyle yüksek bir
gürültü oluşturdu ki, altlarındaki toprak bile sallandı.
Şehrin en güçlülerinin verdiği tepki, Raylow’un yüzünde
engelleyemediği bir gurur gülümsemesi oluşturmuştu.
***
“Vay anasını... Bu iş çooooook kötü görünüyor.” Şehre
yukarıdan bakarken yüzümü buruşturdum.
Şehir, büsbütün kaosa gömüşmüş gibiydi. Lefi’yle
karşılaştığımız zombilerin yüzlercesi, şehrin her yerinde ortaya çıkıyor ve
önlerine çıkan şanssız insanlara saldırıyorlardı.
Etrafta o kadar fazla şey yanıyordu ki, sanki güneş doğmuş
da gündüz olmuş gibiydi.
Şehir, tam bir zombi salgınının içindeydi. Dünyadayken,
zombi filmlerini bayağı severdim. Ama onlardan eğlenebiliyor olmamın tek sebebi
kurgu olmalarıydı. Hikaye. Çarpıtılmış gerçeklikler. Gerçeğini görmek bende,
izleyicilerinin içinde heyecan ya da ilgi uyandırmaya çalışan filmlerin aksi
bir etki yaratmıştı. Bunun yerine hissettiğim tek duygu tiksinmeydi. Öğk. Şu
adamın karnından organlar çıkmış, sallanıyordu. Bu çok iğrenç. Lütfen, yeter.
Tabii ki, insanların direndiğini söylememe gerek yok. Öylece
oturup haritadan silinmelerine izin verecek halleri yoktu. Maceracı grupları
olduğunu düşündüğüm silahlı birlikler hortlak salgınına karşı koyuyorlardı. Kuş
bakışı görüşüm, savaşanların aslında çok fazla sayıda olduğunu fark etmeme
neden oldu.
Daha önemlisi, ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı.
Hareketleri planlı ve sistemliydi. Onlara bir tür sıvı içirmeden önce kol ve
bacaklarını keserek onları etkisiz hale getiriyorlardı. Bu tuhaf sıvı
hortlakların vücuduna girer girmez spasm geçirmesine ve bir süre sonra stabil
kalmalarına neden oluyordu. Maceracıların bu tarz şeylerde muhtemelen bayağı
iyi olduklarını anladım.
Hortlakların öldürülme hızlarına bakarsak, durum kendi
kendine çözülecek gibi görünüyor. Ve aslında kafamı karıştıran şey tam olarak
da buydu. Anlayamıyordum. Neden kuklacı, böyle bir şeyi yapsın? Amacı nedir?
Lefi’ye göre, şu anki felaket insan yapımı, bir ölü
diriltenin sebep olduğu bir şeydi. Bir başka deyişle, birisi şehre bilerek
saldırmıştı. Ama yapış şekilleri yarım yamalaktı.
Zombiler, daha çok dikkati başka yöne çekmek için yapılmış
gibiydi. Gerçek zamanlı strateji oyunlarının doyumsuz bir tüketicisi olarak,
elimizdeki durumun bir şekilde tanıdık geldiğini hissettim. Sanki bu işin
arkasındaki kişi, ilk dalgayı sadece komuta zincirini felç edip ikinci bir
dalgaya hazırlanarak, bir açık bulup şehrin kontrolünü ele geçirmeye çalışacak
gibiydi. Ama bu doğru olamazdı. Şu an, ikinci dalgayı göndermek için mükemmel
bir zamandı. Ama hala gelmemişti. Bu kadar yukarıdan bile yakınlarda buna
benzer bir şey göremiyordum.
Her ne kadar şehri anarşi seviyesine çekse bile bu işten
sorumlu kişi olayları pek takip etmiyor gibiydi. Acaba bu, sadece zaman
kazanabilmek için miydi? Ama ne için zaman kazanacaktı ki? Bu kadar büyük
dikkat dağınıklığını gerektirecek nasıl çılgın bir saçmalık ki bu?
Üzerine ne kadar düşünürsem düşüneyim, büyük resmi açık bir
şekilde göremiyordum. Eğer bu işin sorumlusu piçi bulmayı başarabilirsem,
olayları tamamen yatıştırabileceğimi biliyordum ama herif haritamda
gözükmüyordu. Düşman Saptama yeteneğimle de onu bulamıyordum. Bir dakika. Neden
bu kadar dar görüşlüyüm ki.
Başından beri, adamın şehirde olması gerektiğini düşünüp
duruyordum. Sonuç olarak, yaptığı şeylerin sonucunu görmek istemek insanın
doğasında olan bir şey. Ama biraz daha düşünüp gözlem yapınca, adamın zombilere
doğrudan emir vermediğini fark ettim; kontrolü kendisi yapmıyordu. Dahası, ilk
saldırının ikinci bir dalgayla devam etmediğini düşünürsek, şehrin sınırları
içinde dolaşmaması normaldi--eğer birisi bakmıyorsa, bir kapı açmasına gerek
yoktu. Rahat hareket edebileceğinden, failin şehrin dışında, tehlikeden uzak
kalıp kaosu izleyebileceği bir yerde olması çok daha mantıklı geliyordu.
Bunu fark edince, gözlerimi şehrin dışına çevirip aramaya
başladım. Buldum seni!
İblis lordu olmam nedeniyle harika olan görme duyum, şehrin
çok da uzağında olmayan bir grup adamı görmemi sağlamıştı. Yakınlarda bir
tepenin üzerine konuşlanmışlardı. Buraya bakacak sıradan birisi, sadece tepeyi
görecekti. Adamlar, Gizlilik yeteneğime benzeyen bir tür yetenek ya da büyü
kullanıyorlardı.
Ama ben farklıydım. Büyü gözüm sayesinde insana benzeyen
formlarını fark etmiştim. Ya da daha doğrusu, içerinde akan manayı; bu uyduruk
numaralarını uğraşmadan görebilmiştim.
Şehre ya da sakinlerine yardım etme zorunluluğum yoktu.
Ama sinir olmuştum.
Piçlerin yaptıkları plan tatilimi mahvetmişti. Lefi ile
tadını çıkaracağımız zamanımızı çalmış ve içine etmişlerdi. Ve onlardan küçük
bir “iade” almadan onları bırakmayacaktım.
Sebeplerim tamamen bencilceydi, ama iblis lordu olmak da bu
demek değil mi zaten? Kendiniz kaşındınız orospu çocukları. Bu aptalca,
beyinsiz komplonuzu ben gidene kadar bekletmeniz gerekirdi.
Onların bölgesine gidip onları ezmek için kendimi hazırladım
ama bu sırada tanıdık bir yüzü görmüştüm.
“Bu... Nell mi? Ne yapıyor o öyle..._”
Kahraman, tuhaf bir nedenden ötürü, etrafına sayısız zombiyi
toplamaya çalışıyor gibiydi. Onları kolayca atlatıp kaçabilirdi ama kaçmıyordu.
Bunun yerine pozisyonunu koruyor ve onlarla topyekûn savaşmaya çalışıyordu.
Geri çekilmeyi düşünmediği belliydi. Galiba o... kiliseyi mi
savunuyor? Haritayı kontrol ettiğimde neden böyle davrandığını anlamıştım.
Şey... Biliyor musun? Gidip ona yardım etmeliyim. Bundan
sorumlu puştları çoktan bulmuştum ve onlarla hemen ilgilenmemi gerektirecek bir
sebep yoktu. Onları avlamadan önce birkaç dakika buna ayırabilirim. Ölüşünü
görmek istemiyorum. Ve bana borçlu olması da gayet iyi bir fikir gibi geliyor,
o zaman hadi bakalım!
[1] Falanks (Phalanx): Dikdörtgen şeklinde, genellikle
mızraklar, kargılar ya da benzeri sırıklı silahların kullanıldığı bir ordu
dizilimi şekli. Detaylı bilgi ve görseller için: Google amca.
[2] Meritokrasi: Yönetim gücünün, yetenek ve bireysel
yeteneğe yani liyakata (lel) dayandığı yönetim biçimidir. Bu yönetim şeklinde
idare gücü, kayırma olmadan, üstün özellikleri olduğu düşünülen kişiler
arasında paylaştırılır. Özellikle kamu yönetiminde daha bilgili ve yetenekli
kişilerin seçilmesi ve yine hizmet içindeki ilerleme ve yükselmelerinin bilgi,
başarı ve yetenek kıstaslarına göre yapılmasını amaçlar. Kaynak wiki amca.