Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Ölü Ruhlar İçin Açık Büfe - 3. Kısım
Nell’in tehlike altında olduğunu fark ettikten sonra
yaptığım ilk şey, Hasai’yi, büyük kılıcımı envanterden çıkartmak ve onun olduğu
yere hareket etmekti. Üzerinde durdum, kanatlarımı gizledim ve zombi ordusunun
içine daldım.
“Ne!? Ne olu--” aniden belirmemden dolayı ürkse de girişimi
sorgulamadan önce gürültülü savaş çığlığımla sözünü kestim. Yere iner inmez
kılıcımı savurdum. Savurmam sonucu oluşan şok dalgası o kadar güçlüydü ki, neredeyse
yakınımdaki tüm zombileri parçalara ayırmıştı. Hmm. Neredeyse konfetiye
benziyordu.
“Y-yuki?” diye kekeledi.
“N’ aber? Hala iyi ve hayat dolu gibisin.” dedim sırıtarak.
“T-tanrım!” Kahraman sinirli bir şekilde yanaklarını
şişirdi. “Beni şöyle korkutma!”
“Benim hatam, benim hatam.”
Yaklaşan birkaç tane savaşabilecek durumda olan zombiyi de
halletmek için baltamı öylece savurdum. Güzeel! Bu son vuruş tam isabetti.
Şiddetli saldırım etkili olsa da tüm zombi sürüsünü yok
etmek için yeterli değildi. Şok dalgasının etki alanının dışında kalan bir sürü
zombi vardı. Gerçi, işlevini yerine getirmişti. Konuşacak kadar zaman
kazanmıştım.
“Al, iç bunu.” Nell’e bir mana iksiri verdim; analiz
yeteneğim mana havuzunun neredeyse tükendiğini söylemişti. Zombileri temizlemek
için kutsal büyü falan kullanıyor olmalıydı. Zombilere sağlam zarar veriyor
olsa gerek. Ya da en azından bu toplantı yok olana kadar yarasa iyi olur.
“Hmm? Şey... Teşekkürler.” Biraz korkmuştu, ama attığım
iksiri sorunsuz bir şekilde yakalamayı becermişti. “Bir dakika! Bu yüksek
seviye bir iksir değil mi!? Bunlar çok pahalı değil mi!?”
“Bağrışmayı kesip içmeye mi başlasan? Şu an acil bir durumun
ortasındayız, farkında mısın?”
“D-doğru. Haklısın.” dedi sakinleşerek. “Teşekkür ederim.”
“Öff... bu çok acıymış...” şişeyi kafaya diken kahramanın
yüzü ekşidi. Ama şikayetleri bir yana, iksir etkisini göstermişti. Manası yavaş
yavaş tazeleniyordu.
“Pekala, bu ihtiyacını giderir, bu noktadan itibaren tek
başına sıkıntı yaşamazsın.” dedim. “Oh, bu arada, bu işi çeviren birkaç
şerefsizi buldum, şimdi onların yüzlerini patlatmaya gidiyorum. İyi şanslar.
Görüşürüz.”
“Dur, bekle! Bu kadar önemli bir şeyi, önemsiz bir şeymiş
gibi mi söylüyorsun!?” Kahraman işi büyütmeye başlamıştı. “Eğer suçluları alt
etmeye gidiyorsan, benim de gelmem gerekir!”
“Kilise ne olacak? Onu koruman gerekmiyor mu?”
Kahramanın birkaç dakika önce korumak için hayatını ortaya
koyduğu binayı gösterdim. Analiz yeteneğim, içeride çoğunlukla masım ve
hortlaklardan kaçamamış çocukların ve yaralıların olduğunu söyledi. Eğer üstün
gayretleri olmasa, çoktan yutulup, beyinsiz hortlak güruhuna katılmışlardı.
“...Evet. Haklısın.” dedi kahraman. “Burayı bırakamam.
Onları korumam gerek. Lütfen, İblis Lordu, suçluları hallet. Ne istersen
yapa--”
“Oh?” Bir kaşımı kaldırmıştım. “Her şey mi diyorsun?”
“...Ne?”
“Sözünü tutacak olsan iyi olur, çünkü işim bitince geri
gelip istediğimi yapmanı bekleyeceğim.”
“Ahh, şey, hmm... Şeyyy...” tamamen şaşırmış kahraman,
tereddüt içerisinde sadece kekeleyip durmuştu.
“Ne oldu? Yoksa verdiğin sözü tutmamayı falan mı
düşünüyordun? Bence öyle düşünmüyorsun, değil mi? Senin gibi onurlu bir
kahramanın yalan sözler vermesinin imkanı yok, değil mi?”
“Şeyyyyy... Peki...” dedi Nell, isteksiz bir şekilde. “A-ama
sapıkça şeyler istemene izin vermiyorum, tamam mı?”
Genç savaşçı ağlamak üzereydi. Yüzünü o halde görmek, benim
yüzümde koca bir gülümseme oluşmasına neden oldu.
“Sapıkça mı? Neden bahsediyorsun?”
“...Ne?”
“Senden isteyeceğim şey, işler yoluna girince bize tekrar etrafı
gezdirmendi. Neler düşünüyorsuın acaba?”
Ancak ben konuştuktan sonra dalga geçtiğimi anlamıştı. Hem
de ne dalga.
“Ya! Sana inanamıyorum! Ne kadar aptalsın!” Yüzü kıpkırmızı
olmuş bir halde, kahraman kılıcını bana doğru savurup kendini utancından kurtarmaya
çalışıyordu.
Bir yandan kahkaha atarken bir yandan da saldırılarına
kolayca atlatıp, havaya sıçradım. “Ah, ve unutmadan. Lefi’yi yanına
yollayacağım için, eğer zor durumda kalırsan sana yardım etmesini falan
istemekten çekinme. Sadece söylüyorum, o düşündüğünden daha güçlü birisi.”
“Umurumda değil! Git artık!”
***
Kahramana güle güle dedikten sonra zindan sakini Yüce
Ejderha’nın yanına uçtum. “Hey Lefi! Batıya doğru gidersen, onu ağlatacak kadar
sorunun içine gömülmüş Nell’i bulacaksın. Benim gidip bu işleri başımıza açan
aptalları yakalayacağım için, bana bir iyilik yapıp ona yardımcı olabilir
misin?”
Ejder kız, onayladığını gösterecek şekilde baş parmağıyla
işaret yapınca hemen harekete geçtim. İki kanadımı da çırptım ve kendimi
patlayıcı bir hızla ileri doğru ittirdim. Havada süratle ilerlerken, karşıdan
esen hava bana engel oluyor ve tüm vücuduma baskı uyguluyordu. Öyle hızlıydım
ki, şehir ve duvarları ben hareket
ederken sanki arkaplana karışıyordu.
Bir süre sonra sonunda herifleri bulmuştum. Bir bakalım...
Üç... Dört... ve... Altı. Pekala, halletmem gereken altı kişi var.
Yere yaklaşırken derin bir nefes aldım; yere dokunacak kadar
yakın uçuyordum. Gizliliğimi aktifleştirerek saldırıma başladım. Büyük kılıcımı
hazırlayıp, hızımı koruyarak grubun yanından geçerken onu savurdum. Kılıcım en
ufak bir dirençle karşılaşmamıştı. Ve bir süres onra, altı adamdan beşi, bir
kan yağmuruna dönüştü. Vücutları iki ayrılan adamlardan etrafa çok fazla kızıl
renkli sıvı saçılıyordu.
Altıncı ve son adam saldırımı zamanında fark etmiş ve
çabucak hareket ederken geri çekilmişti. Tüm gücünü bacaklarında toplayıp,
geriye sıçradı ve saldırımı, hasar almadan savuşturmayı başardı.
“Senin gibi uğursuz bir piçin böyle bir yerde ne işi var!?”
Adam bağırırken, onu gizleyen büyü yok olmuştu. Gölgelerden dışarı doğru
çıktıktan sonra, tamamen siyah giyindiğini görmüştüm. Dostum, kostümü
konuşabilse, muhtemelen “Ben cidden ama cidden bayağı şüpheli biriyim!” diye
bağırırdı.
“İyi savuşturdun.” dedim. “Ama ne yazık ki bu sana pek
yardımcı olmayacak. Geber!”
Adama ikinci kez saldırıya geçtiğimde adam bana cıklayarak
karşılık verdi. Güç yarışında beni alt edemeyeceğini anında anladığı için tüm
gücünü alacağı hasarı mümkün olduğunca azaltmaya çalışmaya verdi. Belinde asılı
olan hançerini çıkardı ve kılıcımı engelleyip yönünü değiştirdi.
Çabaları işe yaramıştı. Saldırım devam etmiş olsa da sadece
omzuna isabet etmişti. Ölümcül bir yara değildi.
Şüpheli gözüken adam arayı tekrardan iyice açıp, bana doğru
döndü.
“Neden buradasın!? Neden senin gibi bir iblis işimize
karışıyor!?”
“Neden beynini kullanmıyorsun, bilirsin, düşünmek falan?”
Hasai’yi çıkardım ve saldırıya hazırlandım ama aşırı şüpheli
kuklacı inisiyatifi eline alıp benden önce harekete geçti.
“Lanetlenmişi çağırıyorum! Ölüler diyarından kalkın ve benim
dediklerimi yapın!”
Mavimsi beyaz bir büyü halkası adamın altında belirdi.
Aniden parlayıp, normal haline döndükten bir süre sonra tamamen yok oldu. Onun
yerine bir grup canavar gelmişti. Grup birçok farklı türden oluşuyordu. Ayılar,
kurtlar ve hatta aralarında dinozora benzeyen bir şey bile vardı. Canavarların
türleri bir yana, hepsinin tek ortak özelliği, canlıyken sahip oldukları mükemmelliğe
sahip olmamalarıydı. Gözleri ölüydü. Hepsi ölüydü. Vücutlarının bazı kısımları
çürümüş, bazı kısımlarıysa parçalanmıştı. Basitçe söylemek gerekirse, aslında
zombilerdi; şehre saldıran cacık hortlaklardan daha yumuşak hareket edebilen
versiyonlarıydı. Onlardan daha güçlü oldukları belliydi.
“Artık beni gördüğüne göre, ölmekten başka seçeneğin yok!”
dedi aşırı şüpheli gözüken ölü dirilten. “Bu hortlaklar, şehirde gördüklerinden
birkaç kat daha güçlü! Senin sonun olacaklar, iblis!”
“...Lefi’nin neden ölü diriltenlerin, temel nezaket nedir
anlamadıklarını şimdi anladım.”
Adam canavarların cesetlerine saygısızlık yapıyordu. Kukla
gibi oradan oraya yürütüldükleri ve onun dilediği gibi hareket etmeye
zorlandıkları belliydi. Yaptığı büyüyü sadece, ölülere işkence etmenin acımasız
bir yolu ve ölmüş olsalar bile onlara acı çektirmeye zorlamak olarak
görüyordum. Merak etmeyin. Sizi hemen yollayıp, huzur içinde ölebilmenizi
sağlayacağım. Birinizi bile unutmayacağım. Söz veriyorum.
“Şimdi, gidin zombilerim! Tüm gücünüzü ortaya koyun ve
rakibimi yenin!”
Adam, zombilere emrini verirken, ben doğrudan zombi grubunun
içine daldım.
Karşıma ilk çıkan bir kurttu. Beni ısırmaya çalıştı ama onu
tekmeyle savuşturup, kılıcımla ona bir darbe vurdum. Aynı zamanda, ters
tarafımdan bir ayı zombi bana saldırmaya çalıştı, ama jilet gibi keskin pençelerini
atlatıp, karşılık olarak kafasını kesmiştim. Bunun hemen ardından, aslında ne
olduğunu, hatta türünü çıkaramadığım bir zombi bana saldırdı. Ayaklarımı
yakalamaya çalıştığı için ayağımla ona vurup, bu kuvveti havaya sıçramak için
kullandım, böylece bir triceratopsa benzeyen bir zombinin şarjından kurtulmuş
oldum. [1] Altımdan geçtiği anda kılıcımı tam ensesine geçirip onu öldürdüm.
Ve böylece döngü tekrarlandı. Bir sürü farklı saldırı
kullanarak onları biçip etrafımdaki her bir zombiyi yok ettim. Her ne kadar
şehrin surları içinde dolanan zombilerden gözle görülür seviyede güçlü olsalar
da, sonuçta zombi oldukları gerçeği değişmiyordu. Ve ölü olduklarından, hayatta
oldukları kadar iyi hareket edemiyorlardı.
Bende iblis lordu yetenekleri vardı. Bu kadar kolay avları
indirmekte zorlanacak kadar zayıf olmamın imkanı yoktu. Gerçi, eğer hepiniz
canlı olmuş olsaydınız işler değişirdi ama olsun.
“Sen lanet bir canavarsın.” Şüpheli herif, cıklayarak bir
başka dalga zombiyi çağırmaya hazırlandı.
“Paçayı kurtaracağını mı sandın?” Ona tekrar saldırdım. Ama
bu sefer paniklemedi.
“Seni aptal. Bildiğin tek şey düşmanlarına körlemesine
dalmak mı?” Benimle dalga geçmişti ama yüzündeki ifade kendine güvenden çok
kafası karışmış gibiydi. “Ne!?”
“Senin içini görebiliyorum velet!”
Ben zombi ordusuyla uğraşırken, adam tuzak kurmuştu. Yere
bir büyü çizmişti, ama bunu kendi büyümle, Büyü Defetme büyüsü kullanarak yok
etmiştim.
Büyü, ismiyle müsemmaydı. Büyüler belirli bir büyü yapısı
gerektiriyordu, bu yapılar daha çok büyüyle yok edilebilirdi. Yoğun bir mana
yığınını bu büyüye uygulayarak, istenen olayın gerçekleşmesini
engelleyebilirdiniz.
Büyü Defetmenin çalışması, bayağı tuzlu oluyordu. Ama bu bir
sorun değildi. Rakibimin ne yaptığını açık bir şekilde gördüğümden, büyüyü tek
seferlik kullanmam yeterli olacaktı. Büyülü Gözler, yapacağı saldırıyı okumama
izin veriyordu. Adam tuzağı kurmaya başladığı andan itibaren planını
biliyordum. Hadi oradan. Bu tür pisliklerin işe yarayacağı son kişi benim.
“Seni pi---”
“Çok yavaşsın!”
Büyüsünün işe yaramadığını fark eden şüpheli görünüşlü adam,
saldırımı savuşturmaya çalışmıştı. Ama bunun için artık çok geçti. Büyüsünün
işe yaramadığını fark ettiği zamanki bir anlık duraksaması, Hasai’nin kılıcını
vücudunun bir tarafından öteki tarafına geçirmem için ihtiyacım olan tek şeydi.
[1] Triceratops, bir dinozor türü. Jurassic Park izleyenler
tanır, üç boynuzlu, kafasının üstü geniş, otobur bir dinozordur.