Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Buraları Böyle Bırakmadığımızdan Eminim
“Sonunda eve geldik.” Lefi’yle evin kapısına, zindanın
bulunduğu mağaranın girişine vardığımızda derin bir nefes aldım. “Dostum, geri
dönmek ne güzel. Bu mağarada yürümek, bana gerçekten evimin rahatlığını
hissettiriyor.”
“Evet, dediğine katılıyorum.” diye onayladı ejder kız. “Her
ne kadar insan yerleşiminde geçirdiğimiz zamandan keyif almış olsam da tereddüt
etmeden, futonumun üzerinde geçirdiğim zamanı tercih ederdim.
“Böyle diyorsun ama, evde yaptığın gibi otelde de vaktinin
çoğunu verilen yatakta tembellik yaparak geçirdin. Tek fark, zaman zaman beni
tekmeleyip yataktan atmaya zaman ayırmandı.”
“Fmph. Yanı başımda yatmana izin verdiğim için onur duyman
gerekir.” dedi.
“Yine söylüyorum, sanki çok özelmiş gibi bunu söyleyip
duruyorsun ama değil. Hatta, neredeyse her zaman böyle oluyor bile diyebilirim.
Uyandığım zaman kendimi, sık sık pek iyi bir uyku çekememiş bir halde
buluyordum, çünkü gecenin bir yarısı, birisinin, hobi olarak sürekli üzerime
çıkıp ayaklarını yüzüme sokup duruyordu.
“...”
Oh, şuna bakar mısınız? Suçlu, sadece sessizliğe gömülmemiş,
bir de gözlerini benden kaçırıyordu. Ne büyük sürpriz. Bunu söyleyeceğimi
beklemiyordu. Hem de hiç.
“Neyse, devam edelim.” Omzumu silkerek, kudretli “Yüce
Ejderha”ya biraz mola fırsatı tanıyıp, konuyu değiştirmeye karar verdim.
“Yapılacaklar listemin en başında Rir’i kontrol etme var. Düzlüklere gitmemizde
bir sakınca var mıdır, yoksa doğrudan taht odasına mı dalmak istersin?”
“Sakınca yok.”
Aklımda sonraki görev ve elimin altında Yüce Ejderha’nın
rızasıyla, zindanın en çimenli yerine açılan kapıya doğru döndüm ve kolunu
çevirdim--bir canavar sürüsü beni karşıladı.
Sayıları yüzden fazlaydı. Formları ve türleri farklı
farklıydı, tek ortak noktaları, bölgemin onların bölgesi olduğunu falan
sanıyorlardı. Kapıyı açtığımız anda, vahşi bir yaratığın, bölgesine giren
birine yapacağı şekilde bize hırlamaya başlamışlardı.
“...Hay sıçayım!”
Aklıma gelen ilk senaryo, olabilecek en kötüsüydü. Hem Illuna
hem de hizmetçilerin başından talihsiz olaylar geçtiğinden emindim. Ve bu
yüzden, kılıcımı çekip, intikam için kendimi hazırladım.
Ama, kaleden geldiğini düşündüğüm tanıdık bir ses, kana
susamışlık hissimi uzaklaştırdı.
“Yoksa bu... Rir mi?”
Başımı sesin geldiği yere doğru çevirdiğimde, ailemizin
evcil hayvanı Fluffnir’in bana doğru geldiğini gördüm. Canavarların onun sesine
verdikleri tepki, kenara çekilip ona düz bir yol açmaları, aralarındaki
ilişkiyi de ortaya çıkarmıştı.
“Immm... ne?” Şaşkın bir şekilde gözlerimi kırpıştırdım.
“İyi izle Yuki, cevap gözlerinin önünde.” Lefi, sakin bir
ses tonuyla konuşmuştu. Benden farklı olarak, hiç paniklememişti, olayın
başından beri hem de.
Şaşkınlığımın aksine, silahımı indirip dediğini yaptım;
canavarlara tekrar bir göz gezidirdim. Ama bu sefer, analiz yeteneğimi de
kullandım. Bunu yapınca, önümdeki her bir canavarın aynı ünvanı taşıdığını
keşfettim:
Kurt Efendinin Tebaası: Fluffnir’e, Kurt Efendiye boyun
eğen. Bu unvanı taşıyanlar ya Fenrir’in kudretinden korkar ya gücünün farkındadır
ya da her ikisi. Ve sonuç olarak onun önünde eğilirler.
Ahhh... Ne olmuş burada ya? Tüm bu canavarlar, cidden Rir’in
adamları mı yani?
Aramızdaki mesafeyi kapattıktan sonra, kurtun ilk yaptığı
şey özür diler şekilde inlemek olmuştu.
“Ö-önemli değil. Sadece şaşırdım, hepsi bu.” dedim. “Gerçi
tam olarak ne olup bittiğini öğrenmek isterim.”
Kurta göre, her şey, her zaman yaptığı avlarından birinin
ortasında başlamıştı. Uğursuz Orman’da kendi işiyle ilgilenirken, bir canavar
ona gelip, saldırmaması için ona yalvarmıştı. Ona bağlı olduğuna dair yemin
etmiş ve her emrine itaat edeceğini kabul etmiş. Gücüne olan hayranlığını
göstermek için bu kadar ileri gittiğini gördükten sonra onu duygusuzca geri
çeviremezdi. Gerçi, zindanla bağı olan bir canavar olduğunu biliyordu ve
başkalarına sadece kendi otoritesi içerisinde emirler vermesi, onun için pek
iyi bir fikir olmayabilirdi. Ve bu yüzden, her ne kadar sıradan bir hal
olmaktan çıkmış olsa da, herhangi bir emir vermemeyi sürdürdü. Onu takip eden
grup, ne kadar büyüdüğünün farkına varmadan büyümeye devam etmişti. Kurta göre,
olaylar, göz açıp kapayıncaya kadar kontrolden çıkmıştı.
Nöbet görevi verildiğini duyan Rir’in adamları, o pes edene
kadar bu göreve dahil olmak için ısrar etmişlerdi. Ve durum bu noktaya bu
şekilde gelmişti.
Doğrusu pek de şaşırmamıştım. Hatta gayet mantıklı gelmişti.
Rir büyüdükçe daha da güçlenmişti. Çok çok güçlenmişti. Özellikleri, çoktan
benimkini aşmıştı ve artık zindanın batısında, en güçlü canavarların bulunduğu
yerdeki canavarlarla boy ölçüşebiliyordu. Bana mı öyle geliyor, yoksa bana göre
bir ana karaktere daha mı çok benziyordu? Sonuçta ana karakter benim değil mi?
Başka dünyada yeniden doğan ben olduğum için öyle olmalı. Ah, her neyse. İki türlü
de bana fark etmez.
“B-bunu pek kafana takma dostum.” İlk başta yaşadığım kafa
karışıklığım gittikten sonra kurtun omzunu okşadım. “Ne istersen onu
yapabilirsin diye ben söyledim ve bu hala geçerli. Ama adamlarınla
ilgilendiğinden emin ol, tamam mı?”
Rir, sebep olduğu şeyler için özür dilercesine başını
eğdikten sonra arkasını dönüp adamlarına havladı. Emrine birden karşılık verip,
sanki bir insanın diz üstü çökmesine benzeyecek şekilde duruşlarını
değiştirmişlerdi.
...Vay anasını. Cidden çok disiplinliler. Şerefsiz Rir.
Onlara iyi davransan iyi edersin. Diğerleri ne mi olacak? Adam olacaklardı.
***
“Dostum... bu cidden şaşırtıcıydı.”
En realist ses tonuyla, “Diğerlerinin üstünde olması gayet
doğal, sonuçta güç sahiplerinin kaderi böyledir.” dedi Lefi.
Yani, sanırım hayatını bir başarı hikayesine çevirmenin bir
yolu da bu. Sonuçta, şırı güçlü birine bağlılık yemini etmek, hayatta kalma
şansını bayağı bir artıracaktır. Çünkü, canavarlar da güçlenmişti. Her gün,
sadece hayatta kalabilmek için, orman kanunlarıyla ümitsiz bir şekilde mücadele
ederek geçiriyorlardı. Açıkçası, kendinize güvenilir bir patron bulmak, işleri
tek başına halletmekten daha iyi bir seçenek gibi geliyordu. Bir şey diyeyim,
şimdi bir düşününce, bunu anlayabilmek de bayağı akıllı olduklarını gösterir
değil mi?
Rir’le konuşmam çoktan bittiğine göre, zindanın çimenlik
bölgesinde boş boş gezinmenin pek bir anlamı kalmamıştı. Bu yüzden, Lefi ile
birlikte kaleye doğru yöneldik ve doğrudan tahta giden, yakınımdaki bir kapıyı
açtım.
Heyula kızlara henüz merhaba dememiştim ama bunu bilerek
sonraya saklamamıştım. Galiba Lefi’den biraz korkuyorlardı. O varken
saklandıkları yerden çıkmayı reddettikleri için, Lefi buralarda olmadığı zaman
gelip onları kontrol etmeye karar verdim.
“Merhaba millet. Biz döndük.”
“Evet, döndük.”
Lefi ve ben kapıdan girerken herkese selam vermiştik.
“Yaşasın! Döndünüz! Hoş geldiniz!”
Zindanın sakinlerinden küçük sarı saçlı kız, neşeli bir
şekilde bağırarak kapıya doğru koştu. Hızını azaltmadan zıplayıp bana doğru
uçtu.
Onu yakalarken, “Hey, dikkatli olmalısın.” dedim.
“Oh, merhaba patron, merhaba Lefi. Döndüğünüzü görmek güzel.
Hoş geldiniz.”
“Seni görmek de güzel Lyuu. Leila nerede?”
“Büyük ihtimalle çamaşır yıkıyordur. Hemen gidip çağırayım!”
“Yok yok, gerek yok. Bunu yaparsak işini engellemiş oluruz,
şimdilik bir şey demeyelim.” Lyuu’ya gergin şekilde gülümsedim.
Beni karşılayan bir sonraki kişi, bir yanımdan bana
tutunmuştu.
”Hoş. Gel.”
“Aynen, teşekkürler. Geri... dönmek... güzel...?” Tuhaf bir
şeylerin döndüğünü fark edince yavaş yavaş geri yürüdüm. ...Bir dakika, ben az
önce kiminle konuştum lan?
Demin beni karşılayan kişi Illuna ya da hizmetçilerden biri
olamazdı. Vampirin nerede olduğunu biliyorum. Kucağımda, yüzünü sevgiyle
göğsüme sürtüp duruyordu. Savaş kurdu kızımız bana tutunamayacak kadar
uzaktaydı ve Leila zaten baştan beri burada değildi.
Bunları düşünürken yavaşça yapışma hissinin olduğu yana
doğru döndüm.
Kafamı çevirdiğimde kendimi, Illuna’ya benzeyen bir başka
kızla yüz yüze bakışır halde buldum. İkisi arasında tek bir fark söyleyecek
olsam, birinin maviyken diğerinin mavi olmadığını söylerdim.
Ve mavi derken ne saç renginden ne de giydiği kıyafetten
bahsediyorum. Kelimenin tam anlamını kastediyorum. Yani, yarı saydam vücudundan
yeri görebiliyordum.
Sessizlik.
Tek yapabildiğim, ardına kadar açık ağzımla sessizce ona
bakakalmak olmuştu. Her ne kadar onu ilk kez görüyor olsam da bir şekilde
tanıyormuşum hissi veriyordu.
Onu görür görmez, tanıdığımı söyleyebilirdim.
Şüphesiz, önceden tanıştığım biri olmalıydı.
Yoo, bundan daha da fazlasıydı.
O, bir tür sevgi, şefkat hissettiğim birisi olmalıydı.
Lefi ve Illuna kadar yakın hissettiğim birisiydi.
Ve bu şekilde hissettiğim, yarı saydam mavi renkili bir tane
kişi vardı.
“Bir dakika... yoksa sen... Shii!?”
“Bu. Doru!”
Vücudu deniz kadar mavi olan kız, tanıdığımı duyar duymaz
mutlu bir şekilde etrafta zıplamıştı.