Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Gelinen Nokta
“Hey Nell. Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”
Yaklaşan siluetin ormanın içinden dışarı çıkışını izlerken,
ona doğru bağırarak el salladım. Harita bana onun geldiğini söylediğinden, onu
karşılamak için kaleden çıkıp zindanın girişine gittim.
“Benim burada olduğumu nerden bili... aman, her neyse, sormayacağım
bile.” Çoktan onun gelişini beklediğimi görünce şaşıran Nell birkaç kez
gözlerini kırpıştırdı. “Dostum, bu ormanın kocaman olduğunu biliyorum ama seni
görmenin içimi rahatlatacağını cidden düşünmezdim. Aslında bu beni biraz
sinirlendiriyor.” diye somurttu.
Evet ve bu benim mi hatam yani...?
Devamı gelmeyince konuyu değiştirdim. “Keşke üç gün önce
gelseydin. Sağlam bir mangal partisini kaçırdın.”
“Önemli değil.” dedi. “Sadece bir mangal.”
“Cidden. Bayağı iyiydi.” dedim. “Her neyse, eminim yorgunsundur.
Önce kaplıcalara gitmeye ne dersin?”
“Çok isterim ama daha sonra.” dedi Nell, sert bir ses
tonuyla. “Şu an programım biraz yoğun.”
“Pekala. Her neyse, içeri gir ve keyfine bak.”
Arkamı dönüp Nell’le mağaranın içine doğru ilerledik.
Girdiğimiz anda güzel serin bir hava yüzümüze vurdu ve derinlere gittikçe,
adımlarımızın yankıları daha da derinden gelmeye başladı.
Birkaç dakikalık yürüyüşten sonra, sonunda kalın, ağır ve
ihtişamlı bir kapının önüne geldik. Her ne kadar kapı uğursuz bir aura yayıyor
gibi gözükse de, sıradan bir kapı açar gibi öylece açtım.
Diğer tarafta her zamanki çimenlik alan vardı. Nereden
geldiğinize göre değişse de, tam olarak kalenin arka tarafında, yanında
güzelim, Japon stili han ya da doğrusunu söylemek gerekirse, Ryokan’ımızın
oradaydık.
“Hı...?” Nell birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. “Kapının
bizi kalenin önüne götürmesi gerekmiyor muydu?”
“Öyleydi, ama bu pek kullanışlı olmadığından değiştirdim.”
İkinci kapıyı, Ryokan’ın girişindeki kayan kapıyı açarken bir dizi tıkırtılar
gelmişti. “Tabii ya, ayakkabılarını çıkart.”
“Hı? Ben ahh... tamam.”
Kahraman, yüzeysel açıklamamı anlayamadığı için, kafasını
sallayarak, daha fazla tanıdığının bulunduğu odaya doğru beni takip etti.
Odanın köşesinde bulunan yığından bir çift minder aldım ve
masanın diğer tarafına yerleştirdim. Kendi minderime oturup bağdaş kurdum ve
konuşmaya başlamadan önce Nell, çekine çekine yaptıklarımı tekrar ederken onu
bekledim.
“Pekala, neden neler olup bittiğini anlatmıyorsun?”
***
“Özetlemek gerekirse,” dedi kahraman. “Görünüşe göre hepsi
sadece zaman kazanmak içindi. Şehrin her yerinde çıkan, büyülü silahlara sahip
serseriler ve hortlak saldırısı, sadece Başkan Lurubia kendi bölgesiyle
uğraşması için hazırlanmış bir tezgahtı. Ve bir açıdan işe de yaramıştı.
Başkanın, ordularının çoğunu Alfyro’da tutmasını sağlamışlardı. Ama sizin
gelmeniz ve her şeyi temizlemenizle, başkan, başkente bir haberci yollayarak
olan biten hakkında bilgilendirme yapabildi.”
Devam etmeden önce derin bir nefes aldı.
“Bunun sayesinde, başkentte yaşanan olayla ilgili de bir
şeyler öğrenebildik.”
“Mhmm...” Leila’nın uğrayıp sunduğu sıcak çayımdan bir yudum
alırken hala dinlediğimi gösteren bir ses çıkardım.
Nell, yaşlı adamla birlikte olayla ilgili neler
öğrendiklerini anlatmaya gelmişlerdi. Bir başka deyişle, şehirde yakaladığım
hiç şüpheli gözükmeyen ölü dirilteni onlara teslim etmeden önce verdikleri sözü
yerine getirmek için buradaydı. Onu bekliyor olmamın sebebi, tekrar söylüyorum,
haritamın bölgeme bir istilacının girdiğini haber vermesinden dolayıydı. O
olduğunu anladığımda, niyetinin aşağı yukarı ne olduğunu anlamıştım.
Uzun lafın kısası, yaşlı adamın hizmet ettiği ülkenin
liderlik koltuğunda bir takım değişiklikler olmuştu. Bir darbe.
Ve görünüşe göre her şey, Prens Aptal’ın aklının başından
gitmesiyle başlamıştı. Çok kısa sürede çok fazla büyük hata yapmıştı. Ve bu
yüzden, onun yerinde olan her geri zekalının yapacağı gibi, silahlı bir isyan
başlatmıştı.
Kendini bu kadar köşeye sıkışmış hissetmesinin iki sebebi
vardı. Birincisi, babasının adamlarını kazanmak için aç gözlülüklerini
kullanmasına rağmen sefer güçlerini kaybetmesiydi. Verdiği altın ve şöhret
sözü, boş laf ve ölü askerler olarak geri dönmüştü. İkincisi ise benzer bir
başarısızlıktı. Otoritesini kötüye kullanarak, gerekli mercilere danışmadan
(yani babası), kilisenin en değerli kahramanını yollamaya zorlamıştı.
Ve ordu gibi, o da sırra kadem basmıştı. Tabii ki, Nell
iyiydi. Hatta bunca zaman bizimleydi. Ama kilise onu, savaşta kaybolmuş asker
olarak ilan etmişti. Bunun sebeplerinden biri, kahramanın hiçbir rapor
göndermemiş olmasıydı. Ama, dönüşü sırasında, tek sebebin bu olmadığını
keşfetti. Kilise Nell’in olası ölümünü kullanarak, Prens Beyinsiz’e daha fazla baskı
yapmak için neden yaratmıştı. Lanet. Bu dünya çok korkutucu.
Ama durum her neyse, sonuç da aynı olacaktı. Olay skandala
dönmüştü. Hem de esaslı bir skandal.
Prensin saygınlığı dibe vurmuştu. Ve muhtemelen ona göre,
mükemmel geleceği, gözlerinin hemen önünde, ellerinin arasından kayıp gitmişti.
Geriye sadece iki seçeneği kalmıştı. İlki, her şeyi mucizevi
bir şekilde tersine döndürebileceğine güvenerek, elinde ne var ne yok tehlikeye
atmaktı. Ve ikincisi de herkesi, kendiyle birlikte dibe çekmekti. Ve böylece,
Mal Prensimiz, her onurlu, mantıklı insanoğlunun yapacağı şeyi yaptı. İlk
seçeneği seçti; umutsuz bir ya batarsın ya çıkarsın mücadelesine girerek ya ona
“her şey onun hakkıdır” dedirtmek için zorlayacak, ya da her şeyi sonsuza kadar
kaybedecek.
Dolayısıyla, bu yüzden şehre saldırmıştı. Galiba, şehrinin
Uğursuz Orman yakınlarında olması sebebiyle, yaşlı amcamızın ordusu, yani
şehirdeki askerleri ve maceracıları, normalden çok daha kuvvetliydi. Dahası,
yaşlı amca hem krala bağlıydı hem de prensin sefer planına başından beri
karşıydı. Bu yüzden prens, onun dikkatini başkentten başka bir tarafa çekip
tahtı ele geçirmek için, üzerlerine bir saldırı emri vermişti.
Görünüşe göre, aynı şeyi başka yerlerde daha yapmıştı.
Onunla aynı fikirde olmayan diğer tüm başkanların şehirleri için de saldırı emri
vermiş, onları hareket edemeyecek hale getirip işine burunlarını sokmalarını
engellemişti. Ama yine de yaşlı amcanın askerleri kaliteli olduğu için,
diğerlerinden daha sert bir şekilde saldırıya uğramıştı.
Ve sonuç olarak, prensin hilesi başarıya ulaşmıştı. Kral
kayıp olarak açıklanmış ve başkent artık, bir zamanlar onun emrinde olanların
kontrolü altına geçmişti. Vay anasını, kafası basmayan prensimiz sonunda işe
yarar bir şeyler düşünmeyi başarmıştı. Kralın kayıp olması bayağı sıkıntı bir
şey.
Eğer kral hayatta olsaydı, destekçilerinin, onu kurtarmak
için ordularını toplamaları beklenirdi. Ve eğer ölmüşse, destekçilerinin, haklı
intikam flamalarıyla başkente yürümesi beklenirdi. Ama kayıp olduğundan veya
bahsettiğim iki durumdan birinde olup olmadığı bilinmediğinden, destekçileri
hamle yapamayacak duruma gelmişti. Orduyu harekete geçirmek için bir sebep
yoktu. Ve aşırı dikkatsiz bir şekilde hareket edemezlerdi.
Plan gayet etkiliydi ama ona pek fazla zaman kazandıramazdı.
Malak Prense karşı olanlar, yakın zamanda savaş için bir bahane bulacaklardı
ama onlar gelmeden, başa işleyen bir idare koyduğu zaman ona
dokunamayacaklardı.
Prensi tahtta istemeyen bir sürü kişi vardı.
Ve ben de onlardan biriydim.
Prens, beni çoktan iki kez dürtmüştü. Ülkenin ordusu
üzerinde tam kontrol sağladığı zaman daha büyük bir kuvvetle vuracağından
şüphem yoktu. Bütün hepsini tek başıma halledebileceğimden emin değildim.
Belki Lefi’den bana yardım etmesini bile isteyebilirdim. Yok
yok. Salla.
Belki, bu aptalın iki kez üst üste planlarının ters
tepmesinden ders alacağını düşünüyor olabilirsiniz, belki bu yüzden tekrar
saldırmayacaktır, ama ben en kötüsünü düşüneceğim. Kafasını koyduğu şeyi
yapmaktan hiçbir şeyin onu alıkoyamayacağını düşünüyordum. Lanet olsun.
Ayaklarımı kanepeye uzatıp rahatlama günlerim galiba sona erdi.
Her ne kadar bir şeyler planlayacağımı söylemiş olsam da,
aslında çoktan elimde birşeyler vardı. Bilirsiniz. Ona geri döndürülemeyecek
bir beyin hasarı vererek, onu, hayatının geri kalanını komada geçiren bir
patatese dönüştüreceğim. Özel bir şey değil yani.
Çoktan bunu yapmak için gerek duyduğum aracı tasarlamıştım;
bir kukla golem. İsminden de anlaşılacağı üzere, bu cansız yaratık, bilincimi
onu kontrol edebilmeme izin veriyordu. Mükemmel bir suikastçıydı. Onu
kullanarak, prensi güvenli bir mesafeden halledebilirdim. Ya da en azından
göreceli bir güvenli mesafeden.
Kukla, sadece yüz metre yakınımda çalışır durumda kalabildiği
için fazla uzaklaşamazdım. Yine de kullanışlıydı. Diğer golemler gibi, fazladan
DP harcayarak özel yetenek setlerine sahip bir tane alabilirdim. Heh. Ah,
olasılıklar...
Doğrusu, kalenin tepesine binip prensi kendim halletmem daha
hızlı olurdu, ama göründüğü kadar iyi bir fikir değildi. Kale, hanedan
ailesinin eviydi ve beklenildiği üzere başkentin içinde bulunuyordu. Tabii ki, birçok
farklı savunma şekilleriyle güçlendirilmişti. Ve kendi boynuma metaforik bir
ilmek bağlamaya meraklı olmadığımdan, benim yerime bir başkasını göndermenin
daha iyi bir fikir olduğunu anlamıştı.
Benim aksime, golem harcanabilirdi. Ölümünden dolayı
kaybedeceğim tek şey biraz DP olacaktı. Aslında bu DP’yi kazanmak, son
zamanlarda Rir’le daha sık ava çıkmamın iki sebebinden biriyken, diğeri de
Zaien’e daha fazla alışabilmekti.
“Peki, kilise prens hakkında ne düşünüyor?”
“Bizim de onun başa geçmesi hakkında, kendi endişelerimiz
var.” dedi Nell. “Bayağı inatçı bir tip olduğu için, büyük ihtimalle kiliseye
çok fazla baskı uygulayıp kendi iradesine boyun eğmeleri için onları
zorlayacaktır.”
“Anladım... Peki, o zaman, onunla ilgili bir şeyler yapmayı
planlıyor musunuz?”
“Kralı kurtarmayı planlıyoruz.”
“Kayıp olsa bile mi?”
“Evet. Bence, her iki seçenekte de bunu yapmamız gerekiyor.”
Anladım. Demek kilise daha katı bir duruş sergileyecekti.
Hmm, aslında işler iyi giderse benim işime gelirdi.
“Mantıklı. Size yardım etmeme ne dersiniz?”
“Hı...!? Şey, ımm, gerçekten güçlü biri olduğun için bundan
memnun olurdum ve senin bizim tarafımızda olman güven verici olurdu ama...”
Nell, şüpheli, sorgulayan bakışlarla neden bu kadar uğraştığımı sorar gibi bana
baktı.
“Prens benim açımdan da bayağı bir dert olduğu için, tam
kontrole sahip olması fikri benim pek de hoşuma gitmiyor. Büyük olasılıkla,
bütün ordusunu doğrudan kapıma yığacaktır.” dedim. “Bu yüzden, önceki kral her
kimse, onun tahtı geri almasını tercih ederim. Çoğunun Uğursuz Orman’a
saldırmaya karşı olduğunu düşündüğümüzde, prense karşı olanlar gücü ele
geçirdiği sürece, eski kralın ölü olup olmaması çok da önemli değil.”
Nell’e yalan söylememiş olsam da kafamdan geçen her şeyi ona
söylememiştim.
Eğer prense suikast düzenlersem bilmediğim tuhaf bir
yöntemle beni izleyebilme ihtimali olabilirdi. Ve eğer bu olursa, eski kral
tahta geçse bile, benim başımı ele geçirmek için sokağa dökülürdü. Hanedan
soyundan gelen birini öldüren şerefsizi kovalamak gayet doğaldı, özellikle
öldürülen kişi lanet olası prensse.
Ve bu olursa, yine kapımda koca bir orduyla karşılaşmam
gayet muhtemeldi. Huzur içinde yaşayamazdım. Bu yüzden, grup bir bütün olarak
prensin ölümünden sorumlu olacağından, prense karşı olan grupla birlikte
çalışmak çok daha iyi bir fikirdi.
“Şey... bir iblis lordu olduğundan kimsenin sana
güveneceğini sanmıyorum. Farklı olduğunu biliyorum, ama diğer herkes seni,
diğer iblis lortlarından biri olarak görecektir.” dedi Nell. Lanet olsun kadın.
Hakkımda ne kadar da kötü konuştun.
“Merak etme. Kim olduğumu söylemeyi düşünmüyorum. Onlara
sadece yolculuğunda karşılaştığın ve sana hizmet etmeye karar veren biri
olduğumu falan söyle. Hatta her ihtimale karşı bir maske bile takacağım.”
“Bunun işe yaramayacağından eminim. Kimin ne olduğunu
saptamamızı sağlayan büyülü araçlara sahip olduğumuz için...”
“Hadi ama, merak etme. Sorun olmaz. Kafamda, her şeyi
kontrol altında tutacak bir fikir var. Güven bana.”
Kahramanın yüzündeki tedirgin ifadeye neşeli bir sırıtmayla
karşılık verdim.