Bir İblis Lordunun Hikayesi: Zindanlar, Canavar Kızlar ve İç Isıtan Bir Mutluluk
Başkente Yolculuk
Zindanda kalanlara, “Pekala, sanırım her şey tamam. Yakında
görüşürüz millet.” dedim. Daha insansı beş zindan sakini dışarıda, mağaranın
tam önünde sıraya dizilmişti. “Muhtemelen bir haftadan kısa süre içerisinde
dönerim.”
Sabahın köründe toplanmış olma sebepleri, kahraman ve beni
geçirmekti; geldiğinden bu yana bir gece geçtiğinden iyi ve dinlenmişti.
“Dikkatli olun!” dedi küçük bir kız. “Ve kısa sürede dön
tamam mı?”
“Çok çok yakında!” diye bağırdı diğeri.
“Emin olabilirsiniz.” ikisinin de başını okşadım ve onlara
gülümsedim.
“Yuki.” Bir adım öne çıkan sonraki kişi Lefi’ydi.
“Ne old---mrrmphhrhh!?”
Ona doğru döndüğümde, cümlemi bitiremeden yanaklarımı aniden
sıkıp acımasızca limitlerini zorlamıştı.
“İyi dinle Yuki. Bu sefer yaptıklarını izleyemeyeceğim. Ama
bu, bir insan kadına tutulup dönüşünü geciktirmen için bir bahane anlamına
gelmiyor. Başarmak için yola çıktığın görevi tamamlar tamamlamaz doğrudan eve
geleceksin. Yeterince açık konuştum mu?”
Konuşurken doğrudan ona bakmamı sağlamak için, zavallı
yanaklarımı sıkı sıkı tutuyordu. Ve bu yüzden, müthiş bir korkutuculuktaki
gülümsemesini görmek zorunda kalmıştım.
“Eğek, ağnladığğm.”
Kabul ettiğimi duyan Lefi sonunda yanaklarımı özgür
bırakmıştı.
“Şahane. Bir fikir birliğine vardığımızı gördüğüm için
memnunum.”
“Teşekkür ederim Lefi.” dedim. “Sanırım teklifini kabul
edeceğim. Evimi, kalbimi ve diğerlerinin güvenliğini senin hünerli ellerine
bırakıyorum.”
“Gözün arkada kalmasın. Her şeyin iyi olduğundan emin
olacağım.”
“Evet. Biliyorum. Etrafta sen varken bir gram bile endişem
olmuyor.”
Ve böylece, Lefi’yle konuşmamı bitirip hizmetçilerle de
vedalaştıktan sonra kahramana doğru döndüm.
“Özür dilerim leydim, ama acele etmemiz gerek.” dedim. “Tam
da bu zamanlar için hazırladığım kusursuz bir aracım var. Bu taraftan leydim.”
“Neden birden, bir kahya gibi konuşmaya başladın? Ve araç
derken koca kurttan mı bahsediyorsun?”
“Çok haklısınız leydim.” İlk soruyu tamamen es geçip sadece
ikincisini cevaplamıştım.
Sırtını bir süre okşadıktan sonra Fluffnir’in tepesine
çıktım. “Üzgünüm Rir. Biraz uzak olduğunu biliyorum ama başkente kadar bizi sen
götürmek zorundasın.”
Krallığın içinde bulunduğu... durumları düşünürsek,
kaybedecek hiç vaktimiz yoktu. Ve kurt, birinin isteyebileceği en iyi
araçlardan biriydi. Dostum, Rir öyle hızlı ki, Süper Hızlı Mermi Tren kadar
hızlı olabilir. [1]
Neyse ki bu sefer Lefi evde kalmıştı, böylece koruma
görevine Rir’i bırakmak zorunda değildim. Gerçekten ona binip, başkente kadar bütün
yolu onla gitmek için şansımız vardı.
Her zaman güvenebileceğim kurt emrimi anladığını belirtecek
şekilde başını sallayarak kendini yolculuğa çıkmak için hazırladı. Kurtun
baktığı yere bakarken tamamen donup kalmış olan kahramana dönüp el kol yaparak
dikkatini çekmeye çalıştım. “Eee? Neyi bekliyorsun? Acele et ve bin.”
“B-bence, ben bira ooooohhhh!?”
Tedirgin kahramanı sırıtarak kolundan yakaladım ve itiraz
edemeden onu kurdun sırtına bindirdim.
“Pekala Rir, bütün yolcular bindi. Tam gaz ileri!”
“Hı? Dur! Bekleeeeeeeeeeeeeeeeee!”
Ani hızlanmaya maruz kalan kahramanın ağzından beklenmedik
şekilde şirin bir ciyaklama çıkmıştı. Ormanda hızla ilerlerken, arkamızda bir
çığlık patikası oluşmuş gibiydi.
***
Önümdeki devasa surlar göz alabildiğine uzanıyordu. Çok
sayıda asker surların üzerinde bir oraya bir buraya, belirli aralıklarla
gezinip duruyordu. Her ne kadar etrafları neredeyse sadece ay ışığıyla
aydınlanıyor olsa bile, ara sıra durup etraflarına bakarak, tedbirli bir
şekilde şehri koruyorlardı. Baktıkları tek yer dışarısı değildi. Askerler sık
sık, dev taş surun koruması için yapılan şehre de bakışlarını çeviriyorlardı.
Taş kalenin tek girişi, sağlam gözüken tek bir kapıydı.
Yapıldığı metal öyle kalın gözüküyordu ki, bir ruhun bile içinden geçmesine
izin vermezdi. Surlar gibi, kapı da yoğun bir şekilde korunuyordu; bir grup
sağlam gözüken adam kapının tam önünde dikiliyordu.
İki çift göz kaleye odaklanmıştı. Biraz uzaktaki bir ormanın
içinden onu izliyorlardı.
“Off... Sırtım çok fena.” İlk çiftin sahibi, kahraman,
sırtını ovalarken derdini dile getirmişti.
“Evet, ya bunu seçecektik, ya da üç günümüzü buraya gelmek
için harcayacaktık.” dedim omuz silkerek.
Rir, zindandan başkente neredeyse kuş uçuşu bir hatta
ilerlemiş, yol boyunca da sadece birkaç kez mola vermişti. Ve sonuç olarak
Alshir’e, başkente, zindandan ayrıldığımız gün ulaşmıştık. Normalde böyle bir
mesafeyi bir günden az bir sürede gitmek tamamen imkansızdı. Ama Rir, efsanevi
bir yaratıktı. Birinin normal kabul edebileceği şeyin çok üstündeydi.
Sırtındaki yükün ona ağırlık yapmış olabileceğini düşünenler
olacaktır. Hem beni hem kahramanı aynı anda taşımıştı. Şüphesiz, onu
yavaşlatmış olmalıyız. Fazladan yük yüzünden en iyi halinden daha yavaş bir
hızda ilerlemesine neden olmuş olmalıydı. Bizim yerimize, tepeden tırnağa
zırhlı şövalyeler de olabilirdi. Ama neyse ki durum bu değildi. Büyülü
envanterim sayesinde üzerimdeki giysiler dışında bir şey taşımıyordum. Ve
kahraman da neredeyse hiç ağır değildi, çöp gibi bir şeydi; onu tek kolumla
rahatlıkla kaldırabilirdim. Ve her ne kadar teknik olarak bir şövalye olsa da
savunmasını artırmak için ağır metal plakalar giyecek tipte biri değildi. Bu
yüzden Rir, standart bir sedan araba hızına yakın bir hızda ilerlemeyi
başarabilmişti.
Ona göre, evimizle başkent arası rüzgar gibi geçmişti.
Fenririn neredeyse sınırsız enerjisini neredeyse hiç tüketmemişti bile.
“Sanırım...” diye cevap verdi kahraman. Hala Rir Express’i
kabullenememişti. “Bir dakika. Nasıl oldu da sana bir şey olmadı?”
“Eh, yani, bilirsin,” omzumu silkmiştim. “Çoktan ona
alıştım. Hatta etrafta dolanmak için, çoğu zaman Rir’e biniyorum.”
Ve tabii ki heyecan verici şeyleri falan çok seviyorum.
Rir’den bahsetmişken, kurt gözden kaybolmuştu. Ne kadar
istesem de, sorun çıkarmadan onu şehre sokabilmemizin imkansız olduğunu
biliyordum. Bu yüzden de ona, küçülüp ormanda saklanmasını ve emirlerimi
beklemesini söyledim.
“Peki şey, içeri nasıl gireceğimiz hakkında bir fikrin var
mı?” Kahramana doğru dönüp baş parmağımla arkamdaki duvarı işaret ettim.
Öylece kapıya gidip merhaba diyemezdik yani. Her ne kadar bu
yaklaşımın karşılığında yeterince misafirperverlik gösterilmesi beklense de, şu
anki durumlar yüzünden, bu davranışın sonunun mızrağın ucunda biteceği gayet
açıktı.
“Hmm... Bilmem...” kahraman kaşlarını çattı.
“...Beni ziyaret ettikten sonra başkente geri dönmeyi
planlıyordun değil mi? E o zaman, nasıl geri dönmen gerektiğini biliyor olman
gerekmiyor mu?”
Gözlerimi kısıp keyifsiz bakışlarıma kızın tepkisi, bir dizi
bahane sıralamak olmuştu.
“Tabii ki! Ve ne yapmam gerektiğini de tamamen biliyordum
ama bu kadar iyi korunacağını hiç beklemiyordum! Şuraya baksana.” Duvarın bir
parçası gibi gözüken, bir tür kanalizasyon sistemi girişine benzeyen bir yeri
işaret etmişti. İyi gizlenmiş, uzun ağaçlar tarafından örtülmüştü.
Kanalizasyonun girişinde, yeni yapıldığı beli olan bir demir parmaklık vardı.
Dahası, etrafına konuşlanmış birkaç tane de muhafız vardı. “Normalde kendimi
görünmez yapacak bir eşya kullanarak şuradan sızıp kilisenin şövalyelerinden
biriyle buluşmam gerekiyordu ama artık buradan geçebileceğimiz sanmıyorum...”
Oh. Demek kullanacağı güvenlik açığını bulmuş ve
yamamışlardı. Mantıklı.
“Pekala, emin olmak için soruyorum. İçeri girdikten sonra ne
yapman gerektiği hakkında planların var değil mi?”
“S-sanırım.”
“Peki, o zaman, duvarı benim yolumu kullanarak geçeceğiz.”
dedim. “Biraz izin verirsen.”
Bir yandan konuşurken, onu yakalayıp kollarımdan birinin
altına sıkıştırmıştım.
“Ne!? Dur! B-bekle!”
“Ah sus artık.”
Usanmış bir şekilde iç çekerek Gizliliği aktifleştirdim.
Neyse ki Gizlilik, etkilerini, dokunduğum her şeye yansıtabiliyordu. Bu sayede,
kıyafetlerimin etrafta kendi kendilerine dolaşıyormuş gibi gözükmesine engel
oluyordu. Bu olmadan, birkaç kişinin aklını oynatmak dışında, yetenekle yapacak
pek bir şey bulamayacaktım. Sonuçta yürüyen kıyafetler, korku filminden
fırlayan bir şey gibiydi.
“Sessiz ol dedim salak. Ses çıkarmaya devam edersen bizi
bulacaklar.”
Gizlilik yeteneğimin aktifleştiğinden emin olduktan sonra,
her iki çift kanadı da cisimleştirip sertçe çırparak yıldızlı gökyüzüne doğru
süzüldüm. Yükselirken, yeryüzü hızla küçülüyordu. Ve kısa süre sonra, önceden
gördüğümüzden çok daha fazlasını görebilmeye başlamıştık.
Kahramanın bu ani değişime tepkisi korkudan çığlık atmak
olmuştu.
“Lanet olsun Nell! Sessiz olmanı söyledim!”
“B-biliyorum ama elimde olan bir şey değil!”
Kahramanın çığlığı geceyi doldurduğunda, muhafızlar etrafta
hızla dolaşmaya ve etrafı velveleye vermeye başlamışlardı.
“Sanırım az önce bir şey duydum!” dedi biri.
“Yukarılardan bir yerden geldi! Birisi havaya ışık tutsun!”
diye bir başkası ekledi.
“Gördün mü? Ne dedim sana?” Her ne kadar orada bir şeyler
olduğunun farkında olsalar da, bizi göremedikleri için planladığım gibi ilerlemeye
devam ettim.
Ve böylece, krallığın başkentine, koltuğumun altında
korkudan altına yapmış kahramanla birlikte başarıyla sızmış bulunuyordum.
[1] Yu-Gi-Oh! Göndermesi. Bir kartın ismi.