Ejderhanın Kalbi
Kraliyet Krizi
...
Veexis’in kaçışının ardından şehirde olan biten curcuna hala devam ediyordu.
Surlara yakın olan Lapurdum Sokağı’ndaki yıkım, akıl almaz derecede korku yaratmıştı. Halk ürkmüş ve sokaklara akın etmiş durumdaydı.
Bu durumu önlemek adına; oldukça fazla, seviyesiz devriye askeri asayişi sağlamak adına sokaklara inmişti.
Kralın saldırıya uğradığıyla ilgili birçok kulaktan dolma bilgi de, bu korkmuş halk arasında dolaşıp duruyordu.
“Duydun mu, sokaklarda siyah bir karaltı halinde şeytan dolaşıyormuş. Hala şehirde olabileceğini söylüyorlar!” Fısıltı halinde arkadaşının kulağına seslenen adam, sanki birilerinin onu duyacağından korkar gibi arkadaşına yapışmıştı.
Diğer adam göz devirerek “Olsa bile patlamanın kaynağı o olamazdı. Hem şehirde bir şeytan mı? Güldürme beni; her yer kraliyet muhafızları kaynıyor, olsa bile anında öldürülmüştür.” dedi ve arkadaşına güldü.
Bu şekilde birçok dedikodu sokaklarda dolaşırken, sert bir şekilde duyulmaya başlanılan atların sesi ile dedikodular birden kesildi.
[TAP] [TAP] Sokağın başında gözüken atlılar, çelik zırhlarla donatılmış bir şekilde hızla ilerliyorlardı.
En önlerinde birliğe öncülük eden siyah püsküllü bir çavuş vardı.
Mavi bir renkte olan; üzerinde gümüş bir, çift başlı kartal ve ortasından geçirilmiş kılıç simgeli bayrağın geçirildiği mızrağı görkemli bir şekilde tutarak dört nala atını sürüyordu.
Arkasından 50 atlı daha, hızla sivilleri yararak sokağı geçmeye çalışıyor ve bir yandan da bağırarak yolu açmaların emrediyorlardı.
“Bak, ne demiştim! Kesinlikle krala bir şe-” Adamın cümlesini tamamlamasına izin vermeyen arkadaşı hızla elini adamın ağzına götürerek bastırdı.
Kızan bakışlar atarken kendisiyle beraber adamı da kenara çekerek yoldan çıktılar.
Atlılar yanlarından hızla geçip gidince anca rahatladı ve arkadaşının ağzını bıraktı.
At sesleri en sonunda kaybolup, tamamen kesilince halk tekrardan hareketlendi ve curcuna devam etti.
Bağırış ve dedikodular tekrar ortaya çıkarken, bütün bu askerlerin gittiği tek bir yer vardı.
Kraliyet sarayı.
Şehrin en arkasında, Büyük Pargaus Sıradağları’na yakın bir yerde devasa bir saray inşa edilmişti. Krallığın merkezi olarak kabul ediliyor ve krallıktaki en korunaklı bölge olarak biliniyordu.
Binlerce atlı kraliyet muhafızı, sarayın surlarının önündeki büyük açıklığa toplanmış ve başlarında duran beyaz tüylü adamdan emirler alarak dağılıyorlardı.
Giden askerlerin yerine yenileri geliyor ve bu durum onun sürekli olarak meşgul olmasına neden oluyordu.
Bu meşgul adam Iworick’den başkası değildi.
Yanına hızlıca yaklaşan yaverine bakarken bir başka askere doğru “Yanına birliğindeki en iyi 1000 atlıyı al ve şehrin güney kesimlerindeki limanı kolaçan et. En kısa sürede rapor istiyorum!” diyerek seslice emir verdi.
Asker bağırarak onayladı ve hızla atını çevirerek yola koyuldu.
Ardından Iworick’in, yaverine dönen bakışları, cevap isteyen bir şekilde merakla bakıyordu. “Kral sizi bekliyor efendim, yalnız toplantı salonuna değil” Yaver cümlesini tamamlamadan önce seslice yutkundu ve devam etti.
“Direkt olarak taht salonuna çağrılıyorsunuz efendim...” Iworick’in gözleri öfke saçarken, seslice derin nefes aldı ve yaverine gitmesi için elini kaldırdı.
Kurtulduğuna şükreden yaveri hızla geri çekilerek ayrılırken, Iworick atından indi ve yanında duran diğer askere atının ipini verdi.
‘Demek ayağına çağırıyorsun... Savaş bu kadar yakınken en güvendiğin komutanına bile bu kadar gaddarca davranmak... Çok büyük hata yapıyorsun Joes Da Fredrick, çok büyük hata...’
Kral genelde savaş durumlarında toplantıyı, toplantı salonunda yapardı. Ayağına çağırmasının tek nedeni olmalıydı.
Başarısızlığı için emrindekini azarlamak ve egosunu tatmin etmek.
Şu anki kral Joes Da Fredrick; oldukça egolu ve çocukluğundan beri şımartılan sarı saçlı, mavi gözlü yarı şişman bir insandı.
Genelde sarayından çıkmaz, sadece özel olaylarda ve törenlerde saraydan ayrılırdı.
İç politikada ve dış politikada, diğer kralların dönemine göre katlarca kötü yönetmiş ve krallığını en kötü dönemlerine sokmuştu.
Kardeşi olan Hareus Da Fredrick’i zehirleyerek, en büyük abisini ise haince uykusunda katledilmesini sağlayarak tahta geçmişti.
Annesi tarafından yönetilerek, bu zamana kadar gözü boyanmış bir şekilde tahtta ayakta kalmıştı.
Kraliyet soyunun getirdiği mavi göz dışında, eski soyunun kudretine dair hiçbir başarı sergileyememişti henüz.
Ve bu yaşanan isyan, şehirde dolaşan şeytan dedikoduları ile gitgide daha fazla halkın gözünden düşerek nüfuzunun hızla azalmasını sağlıyordu.
Yakın bir vakitte taht kavgalarının tekrar başlamasını, soylular dört gözle bekliyordu. Oğullarını başa geçirerek, hanedanı yeni bir ailenin yönetmesini isteyen oldukça aç gözlü soylular.
Iworick hızlı adımlar ile saray surlarının kapısına doğru yürümeye başladı. O gelirken; büyük ve görkemli, altın işlemeler ile donatılmış kapı seslice açıldı.
Surlar, beyaz ve güçlü alaşımlar ile sertleştirilmiş maddelerden yapılmıştı. Göz alıcılığının yanında, oldukça kuvvetli bir savunmaya da sahipti.
Duvarlarından sarkan, büyük ve ihtişamla dalgalanan Fellam Krallığı’nın bayrağı göz alıcı bir şekilde parıldıyordu.
Gece gitmiş, yağmur dinmişti.
Şafağın ışıldayan parıltıları arasında kapının arasından geçen Iworick, sarayın surları arkasında kalan bölgeye girdi.
Surların ötesinde, bütün ihtişamı ile ortaya çıkan devasa bir saray bahçesi ve birçok temiz yol bulunuyordu.
Etrafta bulunan konaklar ve birçok binanın içinde duran soylular, tedirgince sohbet ediyordu.
Etrafta çılgınca koşuşturan uşaklar ve hizmetçiler sarayın dopdolu olduğunun haberini şimdiden veriyordu.
Uzunca bir yolu geçmesi gerektiğini bilen Iworick, adımlarını daha da hızlandırdı ve saray binasına giden yolu takibe koyuldu.
O sırada şehrin içinde bulunan askeri revirlerde çok büyük bir kargaşa kopuyordu.
Saldırıya uğramış onca sayısız kraliyet muhafızları yataklarda yatıyor ve hemşireler koşuşturarak sağa sola dağılıyordu.
Veexis’in çıkardığı kargaşa yüzünden, krala olan suikast girişimi ve yüzlerce askerin yaralanması, henüz halkın kulağına gitmemişti.
Veexis kuzey kapısının yakınlarında kaçmaya çalışırken, birçok isyancı kuvvet saklandıkları köşelerden fırlayarak kraliyete ağır hasarlar verip çekilmişlerdi.
Kral; suçluların, şu anda araları kötü olan Torheum Krallığı’nın yardakçıları olduğunu savunuyordu.
Saray perişan duruma gelmişti.
Ve hala saray bölgesinde, yerde yatan cesetlerin bir çoğu henüz tamamen kaldırılamamıştı.
Direkt olarak krala olan bu saldırı, sarayın içinde yatan onlarca cansız cesetle beraber gizlense de hasarın büyüklüğü çok geçmeden sızdırılacaktı.
‘Kral!.. Aptal, soysuz, açgözlü yaratık! Senin yerine kardeşin geçmeliydi tahta! Siktiğimin şerefsizi! Bu kadar kısa sürede böyle devasa bir güç kaybetmek ancak senin yönetimin ile gerçekleşebilirdi!’
Iworick çok geçmeden ana binanın olduğu yere geldi ve devasa; fayanstan yapılmış, süslemelerle dolu merdivenlerden hızla çıktı.
Kapılar sonuna kadar açıktı, henüz yerlerdeki kan tamamen temizlenmemişti.
Gözlerini kıstı ve bir şey demeden büyük kapıdan geçti. İçeride bulunan ve etraftaki pislikleri temizleyen hizmetçilerden birinin kolunu tutarak heyecanla “Kral yaralandı mı?” diye sordu.
Gözleri adeta sorduğu soruya olumlu cevap almak istediğini haykırıyordu.
Hizmetçiyi daha önce krala hizmet ederken görmüştü. Yaralanıp yaralanmadığını ondan öğrenebilirdi.
İçinden ‘Umarım geberip gitmiştir’ dese de hizmetçi yutkunarak korkak bir ses ile “Hayır efendim, kralımız sapasağlam bir şekilde muhafızlar tarafından korundu. Tanrı yanı-”
Iworick daha fazla dinlemeden sertçe tuttuğu kolu bırakırken hizmetçiyi kenara itti.
Yüzü somurtan bir halde merdivenlerden çıkarak devasa binanın içinde taht odasına doğru yola koyuldu.
Onlarca gereksiz heykeller ve altından biblolar gözlerini alırken, neden saraya gelmek istemediğini bir kere daha anlamış oldu.
Mide bulandıracak kadar fazla altın ve gösteriş. Iworick huysuzlanarak adımlarını hızlandırdı.
Çok geçmeden tekrar büyük bir kapının önüne geldi ve derin bir nefes alarak kapıyı iki eliyle iterek açtı.
İki yana doğru seslice açılan kapının gerisinde; onlarca soylu ve önemli hak sahipleri sağda ve solda durarak ayrılmışlardı.
Tam ortada büyükçe ve altından yapılmış bir taht duruyordu.
Kırmızı halıyla tahta doğru giden yolu takip ederken geceden kirlenmiş savaş çizmeleri, desenlerle dolu halıyı kirletiyordu.
Soylu kadınlar; miğferinin altında olan kişiyi görmek için çırpınan bakışlar atarken, heyecanlı gözlerle Iworick’i izliyorlardı.
Iworick taht salonuna her geldiğinde istemeden de olsa geriliyor ve büyüklüğü karşısında eziliyordu.
Ne de olsa canını kılıcı ile koruyamayacağı tek yer burasıydı. Burada sadece sözler ve kelimeler kılıç olur ve etini kesebilirdi.
Duygusuz gözleri ile halının son kenarına kadar geldi ve tahtın üzerinde kibirle kendisini izleyen krala doğru kafasını kaldırdı.
Tahtın kendisinin büyüklüğü yetmezmişçesine, büyük bir standın üstüne doğru konmuştu. Standa merdivenler ile çıkılabiliyordu, tabii sadece krala ve yanlarında duran eşi ve kızına özel.
Yanlarında duran daha küçük diğer iki tahtta ise karısı ve kızı oturuyordu. Kralın eşi, kralın aksine oldukça güzel ve bakımlıydı.
Kahverengi saçları ve ela gözleri, dekolteli elbisesiyle adeta bir meleği andırıyordu. Kızının da ileride oldukça can yakacağı, bariz bir şekilde annesine fazlasıyla benzemesinden belliydi.
Iworick elini yavaşça miğferine doğru uzattı ve tedirgince tek dizinin üzerine çökerek kafasını eğdi.
Miğferini çıkarırken sağa sola savrulan uzun, simsiyah saçları dalgalanarak omuzlarının üzerinde düştü.
Yüz hatlarının keskinliği ve yeşil gözleri, diğer kadın soyluları anında vurarak şaşırmalarına neden olmuştu.
Kesinlikle yaşına göre genç gösteren, yakışıklı bir yüze sahipti.
Soylu kadınlar anında kendi aralarında kıkırdaşarak fısıldarken, kral çatılmış kaşlar ile ağzını açtı ve bir cümle söyleyecekken Iworick hızla ağzını açtı.
Çelik zırhının içinde diz çökerek konuşmak onu hiç zorlamamış olmalı ki, gayet akıcı bir şekilde uzunca konuştu.
“Kralımızın yara almadan suikast girişimini atlattığına oldukça mutlu oldum. Adamlarımın son gayretle sizi koruduğunu duyunca gururlanmadan edemedim, umarım canınız tehlikedeyken sizin yanınızda olmadığıma kızgın değilsinizdir”
Kral konuşmasına engel olduğuna kızsa da, kendisine söylenen bu cümleleri karşılıksız bırakamazdı.
İhtiyarlamış, çirkin bir ses ile “Peh! Adamlarını daha fazla eğitmelisin Iworick! Neredeyse o bahsettiğin canımdan oluyordum! Bu olan isyan ve bana emir verir gibi uşak gönderip isteklerini söylemen de ne demek!? Kralına halktan daha mı az değer veriyorsun yoksa!? İlk işin o ayaklarını ben kesmeden önce hızla yanıma gelmekti!” ağzından tükürükler saçarak bağırdı.
Karşılarında krallığın en ünlü ve cesur generallerinin bu şekilde azarlanması soyluların hoşuna gitse gerek, hepsi bıyık altından sinsice gülüyordu.
Bunların olacağını bilen Iworick yapabildiği en üzgün sesi ile kafasını eğerek “Büyük pişmanlık duyuyorum efendim, bir daha böyle bir olayın yaşanmayacağından emin olacağım.” dedi.
Kral tatmin olmuş bir ifade ile kafasını dikleştirerek gururla göğsünü kabarttı.
Karşısında oldukça güçlü ve kendisini tek hamlede öldürebilecek biri olsa da, ona böyle itaatkar davranması hoşuna gitmişti.
Sırıtarak dudaklarını kıvırdı ve homurdandı.
Kralın yüzündeki ifade Iworick’in miğdesini bulandırsa da dudaklarını ısırdı ve devam etti.
“İsterim ki kralımız, krallığın diğer generalleri ile bir toplantı ayarlar... Önemli konuları burada konuşmak istemem, krallıkta sayısız ajanın bulunduğunu size üzülerek söylüyorum. Askerlerimi bu kafir ordusunu yakalaması için şehrin her bir yanına dağıttım.”
Kral cevap vermeden önce uzunca bir süre bekledi ve gözleri ile her bir soylunun gözüne baktı.
Krala bakan soylular anında yüzlerini çevirirken, başlarını yere eğerek sessizce beklediler. Böyle bir durumda kral ile göz göze gelmek istemezlerdi.
Gıcırtılı sesi ile Iworick’e doğru “Şuan için böyle bir toplantı yapamam, diğer generaller senin gibi bir komutanın sözüne kanıpta bir şey dinleyecek değiller! Şu anki başarısızlığını düzelt ve derhal şehri isyancılardan arındır! Şimdi çekilebilirsin!” diyerek kızgınca bağırdı.
Iworick yüz kaslarının istemsizce gerilmesini ve gözünün seğirmeye başladığını hissetse de, hızla toparlandı ve ısırmaktan kanayacak dudaklarını bırakarak bakışlarını yerden ayırdı ve krala çevirdi.
Gözlerinden ateş püskürtecek bir vaziyette bastırarak “Emriniz olur kralım, izninizle” dedi ve hınçla ayağa kalkarak miğferini geri taktı.
Dönerek geri kapılara doğru yürürken soyluların kendisine olan laflarını ve kıs kıs güldüklerini duyabiliyordu.
“Aman tanrım kehehe, şu yakışıklı yüzünün o şekle girmesine üzülmedim diyemem kahahah”
“Hak ettiğini buldu, diğer askerlerin pohpohlayıp kendisini general diye çağırmasına aldandı sanırım kehehe!”
“Hep yüzünü görmek isterdim, bu şekilde azarlanması... Kehehe bu daha çok hoşuma gitti”
“Amanın şeker şey, oldukça üzülmüş olmalı baksana. Rütbesinin düşük olması onu oldukça incitmiş olmalı kehehehe!”
Onlarca soylunun lafının arasından zorla kendisini dışarı atsa da sinirden köpürmüş vaziyette, dışarıda bekleyen bir muhafızı yakasından tuttu ve sertçe kafasına doğru bir yumruk attı.
Yakasından güçlüce tutulmuş muhafız; her şeyden habersiz bir şekilde miğferine yediği güçlü yumrukla ne olduğunu anlayamazken beyin sarsıntısı geçirerek duvara tosladı ve yere düştü.
Metal zırhı duvarda bir göçük oluştururken şaşkınlığı henüz geçmemiş bir şekilde, çoktan hızlı adımlarla yürümeye başlamış Iworick’in arkasından baktı.
Burnunun acıyıp kanamasından dolayı biraz da olsa toparlanarak, karşısında gözleri büyümüş bir şekilde seslice yutkunan arkadaşına baktı.
Karşısında duran arkadaşı elinden tutup onu kaldırırken bile yumruğun şokunu hala tam olarak üzerinden atamamıştı.
“Sanırım kötü bir zamanına denk geldik... Kalk kardeşim, ilk günündü değil mi? Şansın cidden berbat... Alışsan iyi edersin”
Kafasını habersiz bir şekilde onaylayarak sallasa da, hala şaşkındı.
Iworick öfkeden gözü dönmüş şekilde hızla inip kalkan göğsünü sakinleştirmeye çalışıyordu.
‘Orospu çocuğu! Orospu çocuğu! Aarrgh! Parçalayacağım... Siktir, sakin ol...’ Çenesi sıkılmaktan kaskatı olmuştu.
Ağrıyan dişleri ve çenesi ile kendine gelen Iworick sarayın dışarı bakan pencerelerinden birine doğru yanaştı ve yaslandı.
Kafasındaki miğferi çıkararak yere attı ve başını cama yasladı.
Elleri ile camın kenarlarını tutarken gözlerini kapattı ve sadece bu durumu nasıl önleyeceğini düşündü.
Dışarıda sürekli olarak sağa sola kaçışan hizmetçileri izlerken derin bir şekilde odaklanarak düşüncelere dalmıştı.
‘İsyancıların liderini bulmalı ve herkesin gözü önünde yavaşça ve acı verici bir şekilde boğazını kesmeliyim. Evet! Tam olarak yapacağım şey bu olacak, o orospu çocuğunu bulacağım ve parçalayacağım... Parçalayacağım...’
Krala olan nefretinin gün be gün dolduğunu ve neredeyse taşacağını hissedebiliyordu.
Salonda aniden fırlayarak kafasını kesme isteğini zar zor bastırabilmişti, kendisine gülerken ki ifadesi...
Başını sertçe cama vurarak kendine gelmeye çalıştı.
“Melina, ben iyiyim sormadan söyleyeyim...” Arkasından kendisine doğru yaklaşan adım seslerine doğru dönerek konuştu.
Karşısında duran; siyah saçlı, esmer kadın, zeytin gözleri ile endişeli bakışlarını Iworick’in üzerinde gezdiriyordu.
“Yardım etmemi ister misin? Taburum isyanı duyunca direkt olarak yakınlardaki kaleden hızla şehre geldi. Şuan hepsi girişi tamamlamıştır, sadece emir ver ve yapayım” Sesindeki zariflik ve endişe Iworick’in kısa süre de olsa tebessüm etmesine yol açtı.
Siniri anında geçip giderken, yeşil desenlerle donatılmış zırhıyla karşısında duran kadına, sakince baktı.
Gülümsedi ve “Seni özlemişim... Yanımda olduğun zamanlar işler oldukça kolaydı, kral seni kale kumandanı olarak atamadan önce tabii” diyerek kadına doğru yürüdü.
Kollarını açarak, kendisine tatlı bir şekilde gülümseyen adama doğru yürüdü ve “Ben de seni özledim, en azından senin emrin altındayken rahattım” dedi ve kahkaha atarak Iworick’e sarıldı.
...
------------------------------------------------------------