Ejderhanın Kalbi
Sarsılan Güç Ve Çelikten Kılıç
...
İsyan üzerinden 2 gün geçmiş ve ortalık ancak yeni yeni, eski sakinliğine kavuşmaya başlamıştı. Kraliyet için geçerli olmayan bu sakinlik, aksine oldukça kuvvetli bir fırtınanın içinde kasıp kavruluyordu.
Kral Joes, ani bir karar ile seferberlik ilan etmiş ve ülke genelinde askerlerini toplamaya başlamıştı.
Kuzeyin rüzgarlarının daha sert esmeye başladığı bu dönemde; kralın yaptığı hamleyi akılsızca bulan bir çok dük, düşes, lord ve soylu haneler, bu hamleye karşı çıkarak kraliyeti iç bölünmeye doğru sürüklüyordu.
“Sessizlik! Ben konuşmasına izin vermediğim müddetçe bu salonda tek bir dudak bile aralanmayacak!” Joes son derece yüksek, gür bir ses ile oturduğu sandalyesinden kalkarken bağırdı.
Uzun ve dikdörtgen şeklinde olan masa titreşirken, birbirine laf atan ve ülke genelinde çeşitli yetkilere sahip onlarca insan, bir anda sus pus olmuştu.
Ayakta öfkeyle kendilerine bakan kralları ile gözleri buluşan her biri, hızlıca önüne dönerek doğruluyordu.
Joes sarı saçlarının üzerinde, kırışmış yüzüne biraz da olsa korku getiren tacını düzeltirken tekrar oturdu.
Mavi gözleri sinirle yerinde titreşiyordu.
Elini kaldırdı ve işaret parmağını yukarıda kalacak şekilde tutarak konuşmasını sürdürdü;
“Bir, Lord Dureal. Kafanı parçalamamı istemiyorsan dediklerime karşı çıkacak provokasyonlar yapmayacaksın!” Yüzü çirkinleşerek bağırırken yan masada oturan bir lorda doğru bağırdı.
Dureal kafasını öne doğru hızla eğerken “Ama efen-” konuşmak istese de boynuna dayanan soğuk bir metal parçası ile cümlesi yarıda kesildi.
“Devam et” Arkasından gelen ürkütücü ve soğuk, kalın ses ile yutkunurken boynu hafifçe çizilmeye başlamıştı bile.
“Tabii efendim, lütfen canımı bağışlayın! Birliklerimi emrinize en kısa sürede getireceğim!” Soluk soluğa krala doğru seslenen Dureal, ecelinin arkasında kendisini dürttüğünü kemiklerine kadar hissedebiliyordu.
Joes duygusuzca elini kaldırıp, lordu bırakması için Greaz’a işaret etti.
“Umarım toplantı salonuna sessizce ve izinsiz bir şekilde girmen için önemli bir nedenin vardır Greaz... Şu sıralar kafam oldukça dolu, kötü bir haber istemiyorum” Kralın sitemkar sesini duyan Greaz sırıtarak hançerini çekti ve belinde asılı duran kılıfına taktı.
Görkemli zırhı gitmiş ve yerine asil soyluların giyeceği türden oldukça pahalı bir elbise gelmişti.
Buz mavisi gözleri ile krala rahatça gülümseyip, karşısında dalga geçercesine sırıtabilecek sayılı kişiler arasında yer alan Greaz, sakin adımlar ile boş bir koltuğa oturdu.
Yanında oturan soylular gerilirken, seslice çektiği sandalyeye oturup bacaklarını üst üste attı ve kollarını bir birine geçirdi.
“Oh, aslında seveceğin bir takım haberlerim vardı... Sanırım birkaç şarlatan daha, krallık sınırlarına yakın bir yerde ufak şarlatanlıklar yapıyor kıhıh...” Kuru bir şekilde kıkırdarken bütün dişleri gözüküyordu.
Kral alnında beliren damarları zapt ederken “Arh... Greaz, bu iyi bir haber değil. Bu çok kötü bir haber ve ben sana açıkc-” son kelimelerini de tamamlamadan tekrar Greaz’ın araya girmesiyle susmak zorunda kaldı.
“Cümlemi bitirmemiştim galiba, ah. Her neyse, bu şarlatanlar Gök Elması’nı arıyor ve sanırım damarlarından birini keşfetmiş olacaklar ki... 64 Yıl önce kuruyan bir madenin damarları? Sanırım bu iyi bir haber?” Cebinden çıkardığı kırmızı bir elmadan ısırık almadan önce tek kaşını kaldırarak krala imalı bir şekilde baktı.
Bu kelimelerinden sonra kralın hiddetle kalkarak masanın tekrar kuvvetlice titremesiyle, elmadan ısırık almayı kesti.
Greaz duygusuz, acımasız bir katilin gözleri ile krala bakarken, kral da otoritenin ve kudretin dolu olduğu gözler ile ona bakmayı kesmiyordu.
Birkaç saniye daha, bu şekilde büyük bir korkunun hakim olduğu masada sessizlik devam etti.
Soylular ve hak sahipleri, oluşan bu tedirginlik ile ağızlarını sımsıkı kapatmışlardı.
Ta ki toplantı odasının geniş kapıları tıklatılarak ve ardından hafif bir gıcırdama ile açılana dek.
İçeri giren; oldukça bakımlı ve güzel gözüken, 20 yaşlarında, sarı saçlı, yeşil gözlü, fit bir vücuda sahip soylu bir kadındı.
Arkasında onu takip eden, kuvvetli ve beyaz çelik zırhlarla donatılmış 2 metre boyunda iki adet şövalye de bulunuyordu.
Kadın, hiç beklemeden yüzünde bulunan hoşnutsuz ifade ile krala doğru bakarak yürüdü ve masanın diğer başındaki boş koltuğa otururken, kraldan izin bile almamıştı.
“Beyaz şövalyeler bu savaşa katılmayacak” Oldukça net ve açık bir şekilde söylediği kelimeler ile kralın yüzünde bulunan öfke daha da artarak sonunda patlamıştı.
“Ne bu cürret! Derhal önümde diz çök ve hatan için yalvar! Karşında kim var sanıyorsun!? Seni soysuz orospu! Muhafızlar!”
Nefretle söylediği cümlelerden sonra, içeri doluşmaya başlayan kraliyet muhafızları hızla salonun dört bir yanını sarmıştı.
Ellerinde tuttukları uzun mızraklar ve geniş güçlü kalkanları ile 2 güçlü şövalyeye doğru cephe almışlardı.
Yarım ay şeklinde bir çembere alınan soylu kadının oturduğu sandalye, ucu tamamen saf çelikten yapılmış sivri mızraklarla kuşatılmıştı.
Tabii bunlar her ne olduysa kadının bir gram bile korku yaymasına sebebiyet vermemişti.
Kadın keyfinden kıyak vermeyerek bacaklarını üst üste attı ve sırıtan bir bakışla Greaz’a baktı.
“Ah, sen de buradaydın demek? Ne haber, özlettin kendini hahaha...” İnce ve narin çıkan sesiyle, krala seslenen halinden eser kalmamıştı.
Sanki diğer insanlar hiç yokmuş gibi sohbete dalmak isteyen hali, kralın damarlarına dokunmuştu.
Joes ağzını açarak saldırı emri verecek iken tekrar sözü yarıda kesilmişti.
Gevşekçe sırıtarak konuşmaya başlayan Greaz ise “Birkaç şarlatan işte ya...” diyerek elini önemsiz bir şeymiş gibi salladı ve devam etti.
“ Onu veya şunu boşver de, yalnız şu şövalyelerinden hala birkaç tane istiyorum ve teklifim her zaman geçerli, bilirsin?” İmalı gülümsemesi yüzüne yerleşmişti.
İki arkadaşın sakince sohbet etmesi gibi, kralın önünde rahatça konuşmaya başlayan iki general de yaşananlardan oldukça mutluydu anlaşılan.
Kral neler olduğuna inanamayan gözler ile sinirden köpürürken, kadın tekrar ona doğru döndü ve “Baksana; tatlı şekerim de buradaymış, mızraklarını ona da mı döndüreceksin yoksa? Ah, beni güçsüz gördün sanırım? Surlarının önünde bekleyen on binlerce beyaz şövalyeden hala haberin yok mu?” Gittikçe incelen sesi ile krala hala gülümseyerek bakıyordu.
Derin bir açıklama yapacak gibi dikleşti ve ciddiyetle doldurduğu ses tonuyla konuşmasına devam etti.
“Bak Joes, baban oldukça güçlü bir adamdı. Ona hizmet etmekten aşırı keyif alırdım ama aynısı senin için geçerli değil galiba. Küçük bir domuzcuğa bakan bir kadın gibi hissediyorum kendimi? Anlatabildim mi?” İğrenen bakışları kralın gözlerine kitlenmişti.
Zorla gülümseyerek, krala pis ve uzak durması gereken bir şeymiş gibi bakarken hızla yerinden kalktı.
Yaşanan şeyleri hayretle izleyen soylular ve hak sahipleri adeta çeneleri düşmüş bir şekilde kadına bakıyordu.
Kadın başını yukarı doğru kaldırdı, üstten bakan kibirli gözleriyle dudaklarını kıvırırken,
“Krallık işgal edilirse, şövalyelerim canla başla savaşacak...” dedi. Bir kaç saniye duraksamanın ardından tekrar söze girdi.
“O zamana dek beyaz şövalyeler, Ioralen surları arkasında görevlerini yapıyor olacak. Şimdi, şu tatlı beyefendilere mızraklarını kaldırmalarını mı söylersin yoksa kafalarının uçmasını mı?”
Cümlesinin sonlarına doğru soğuyan hava ve meşalelerin hızla sönmesiyle ortaya çıkan buz gibi rüzgar, kralın dişlerini sıkarak konuşmasına sebep oldu.
“İndirin mızraklarınızı!.. Herian, bu yaptığın asla unutulmayacak! Şimdi defol sarayımdan!”
Joes yapacaklarının şuan da kendisine neler doğurabileceğinden korkuyordu.
Açıkçası bu zamana kadar asla bu şekil de aşağılanmamıştı.
Kralın otoritesinin bu denli sallantıda olması onlarca lord ve soyluyu, dehşet derecede şaşırtmıştı.
Eşlerini temsilen orada bulunan düşesler, dedikodu çıkaracak bir malzeme bulduklarına içten içe çığlık atıyorlardı.
Krallıkta adı geçen güçlü generallerin, krallarına karşı durması ve emirlerini reddetmesi son derece nadir, aynı zamanda gülünç bir durum olurdu.
Açıkçası böyle bir dedikodunun sokaklarda dolaşması ve böyle bir sahneye şahitlik etmek de... Son derece tehlikeli.
Hak sahipleri korkar vaziyette yerlerinde otururken ortaya çıkacak arbededen titremeye başlamışlardı.
Ortam bir anda gerilmişti.
Greaz dikleşerek doğrulur pozisyona geldi ve ortamda oluşan gerginliği azaltmak adına konuşmaya karar verdi.
“Pekala sayın kralım, sayın generalim... Neden doğru dürüst oturmuyor ve bu konu hakkında daha uygun bir ortamda konuşmayı beklemiyoruz? Hm?”
Joes kendi sarayında ve kendi krallığına hizmet eden insanlara sözünü geçiremediğine çıldırırken, tahta geçtiği gün bütün bu insanları yerinden etmediğine kızıyordu.
Greaz’ın söylediklerini duymamıştı bile, tek odağı önünde kendisine karşı çıkan kadını öldürmekti.
Babasının emrinde olan ve öldüğünde kontrolden çıkan bu devasa güçle nasıl baş edebileceğini düşünüyordu.
‘Şuan bir iç savaş çıkarmak, isteyeceğim son şey olur... Şimdilik bu olanları es geçmem ve bütün bu olanlar bittikten sonra gereken cezalarını vermem en doğru karar gibi’
Fazla düşünmeden yan gözlerle Greaz’e baktı ve durdu.
Kırmızı Pelerinini savurup, koltuğuna tekrar yerleşirken öfkeli bir tınıyla “Greaz... Yanımda durup düşmanlarıma göğüs gerecek misin?” adeta hırlayarak dişlerinin arasından seslendi.
Bir anda iki gücün de arasında kaldığını hisseden general, yavaşça kafasını gezdirdi ve dudaklarını yalarken sakince Herian’a baktı.
Bir kaç saniye gözleriyle bir birlerini ölçtükten sonra bakışlarını tekrar krala çevirdi.
Rahat bir tavır takınmış general, duygusuzca birkaç saniye daha krala baktı ve daha sonra hafifçe gülümserken,
“Neden olmasın?” Dedi.
Herian huzursuzca ellerini sıkarak her an savaşmaya hazır halde pozisyon alırken, şövalyeleri beyaz kılıçlarını çoktan kınlarından çıkarmışlardı.
Ama cümlesine devam eden Greaz’ın söylediklerinden sonra rahatladı ve gevşedi.
“Nede olsa krallığı yöneten birisi olmalı, değil mi? Bütün bu işler çok meşakkatli... Ah her neyse, bir savaş olursa ordularını yöneteceğim. Sadece birkaç isteğim olacaktı” diyerek cevap verdi.
Ortam hafifçe dinginleşirken; Herian, canı sıkılmış bir şekilde hala kendisine doğrultulmuş mızraklara bakıyordu.
Kralın henüz cevap vermeyişi ve istediği yanıtı almadığı için hoşnutsuzluğunu beklemeye takati kalmamıştı.
Çatılmaya başlayan kaşlarla bir süre daha bekledi ve sabrını zorladı.
Kralın emrinden sonra mızraklarını hala indirmemiş askerlere sinirle bakıyordu.
Askerlere bilerek gözleriyle işaret veren Joes, bıyık altından sinsice gülüyordu.
Henüz bir iç savaş çıkarmak istemese de, kendisine karşı çıkanlara bir göz dağı vermenin iyi bir fikir olacağını düşünmüştü.
Herian taşan sabrıyla daha fazla dayanamadı ve “Göğün Donuşu” derken elini askerlere doğru tuttu.
Elinden etrafa doğru yayılan buz parçacıkları aniden etrafı dondururken, askerler ne olduğunu bile anlayamadan; donan mızrakları ve hızla vücutlarına doğru yayılan buzlara şaşkınlıkla bakıyorlardı.
Aniden gerçekleşen bu saldırıyla masanın etrafında oturan insanlar korkuyla sıçramışken, çığlıklar atarak kaçan bir kaç düşes de olmuştu.
Kısa sürede seslerini bile çıkaramadan tamamen buzdan heykellere dönen askerler, daha fazla dayanamadan çatlayarak, kırılıp etrafa doğru dağıldılar.
Soylular ve hak sahipleri oldukları yerden hızla kalkarak Herian’ dan uzaklaşırken, Joes “Bu ne cürret!” diye bağırdı ve Herian’a doğru kaldırdığı elleri ile büyüsünü yapmaya başladı.
Sanki hep bu anı beklemiş gibi duran hali, hevesle Herian’ı öldürmek için can atıyordu.
Tam o sırada, daha yeni ortamı sakinleştirmeyi başaran Greaz, hızla fırlayıp kralın yanına gelerek elini indirirken bir yandan da,
“Herian! Bu kadarı yeterli! Derhal şehrine geri dön ve bir sonraki emre kadar orada kal!” Herian’a doğru seslenerek emrivaki bir ses tonuyla bağırdı.
Kralın aksine, kendisine seslenen adamı duyunca gerilen Herian, birkaç saniye daha bekledi ve fazla beklemeden arkasını döndü.
Kendisini engelleyecek bir güç kalmadığından, salondan hışımla ayrılarak hızla çıktı.
Etraftaki meşaleler, onun çıkmasıyla beraber yanmaya başlamış ve soylular ağırlaşan atmosferin biraz da olsa rahatlaması ile derin nefesler almıştı.
Kral kendisini daha önce hiç bu kadar güçsüz ve kontrolden çıkmış bir halde hissetmemişti.
Otoritesi yerle bir olmuş ve adeta güçsüz bir insana dönüşmüştü.
Elleri hiddetle titrerken ne yapacağını şaşırmış bir şekilde “Bugünlük bu kadar... Dağılın!” salonda bulunan herkese kuvvetle bağırdı.
Greaz geri çekilirken, hızla kalktığı sandalyesine gitti ve düşmüş sandalyeyi kaldırıp düzeltirken yüzünde ciddi bir ifade vardı.
Yaşananların bu kadar fazla geri tepeceğini hiç düşünmüyordu anlaşılan.
Yavaşça bütün soylular da çıkıp gittikten sonra, boşalan salonda yerine oturmuş ve başını elleri arasına almış krala doğru baktı.
Elini kapılara doğru tuttu ve ufak bir hareketle, büyü yaparak kapıların kapanmasını sağladı.
Sessizce masanın diğer en ucu olan yerine oturdu ve kollarını birbirine dolarken ağzını açtı.
“Otorite Joes... Baban bunu çok iyi kullanırdı, ondan bir şeyler öğrenmen gerekirdi. Şu haline bak... Baban hasta yatağındayken benden seni korumamı istedi, ilginç değil mi? Kendisine soğuk davranan oğluna, hala ufak da olsa bir sevgi besliyordu...”
Sözlerine devam etmeden önce karşısında solgun bir yüzle kendisini dinleyen adama baktı.
Bitkin düşmüş ve güçsüz gözüküyordu. Tek hamlesi ile onu öldürüp, büyük bir krallığın başına geçerek devasa bir güç elde edebilirdi.
Böyle bir şansı vardı elbet ama bunu yapması için bir nedeni de yoktu.
Sakin sesiyle devam etti.
“Sana yardım edeceğim ama dediğim gibi tek bir şart ile... Bu krallığın ordularını isteğim doğrultusunda ve en yüksek mertebede her şekilde kullanmamı sağlarsan”
Cümlesini bitirdiği gibi kendisine hayretle bakan kralı görmesi bir olmuştu.
Joes hızla başını kaldırıp sinirle Greaz’e bağıracak iken sustu ve ağzı hafifçe aralık kaldı.
Titreyen dudaklarını birbirine bastırırken yüzü oldukça gerilmişti.
Karşısında tek umudu olan adam vardı, diğer generallerin hepsi toplantıya gelmeye tenezzül bile etmemişlerdi.
Gelen tek general olan Herian, egosunun yüksekliğiyle tanınırdı.
Gelmesinin tek nedeni, ucu bitmek bilmeyen kibriydi tabii ki.
Gene de sinirli sesiyle Greaz’e doğru konuşmaya başladı.
“Bu da ne demek şimdi!? Benden sana asla vermeyeceğim bir şeyi istiyorsun! Bir krallığın dişlerini veya pençelerini! Babam mı!?.. O yaşlı ihtiyar bana asla sevgi beslemedi! Bir daha bu konuyu açma!”
Yutkunarak sandalyesine yaslandı ve hızla inip kalkan göğsünü sakinleştirmeye çalıştı.
Gerilmiş bir şekilde kendisiyle konuşan krala sakince bakmaya devam eden Greaz dudaklarını kıvırdı.
“Bak Joes... Benden ne kadar yaşlısın, eminim benden daha erken öleceksin... Bu gidişle belki daha da erken?”
Joes son cümlesini duyarken gerildi ve titredi.
Greaz hızla devam etti.
“En azından krallığın için faydalı bir şey yapacaksın, senden gücünü çalmayacağım! Aksine...” Bir süre duraksadı.
Ağzını tekrar açmadan önce dirseklerini masaya yasladı ve eğilerek krala gizli bir şey anlatırcasına konuşmaya devam etti.
“Torheum Kralı’nın başını sana getireceğim. Bunu yapmam için önce güçlenmem gerekiyor, krallığın gücünü benim için kullanırsan!.. Bu krallığa yapacağın en iyi şey olur, inan bana!”
İkna eden bir ses tonuyla gittikçe fısıldayarak konuşan Greaz, gözleriyle doğrudan Joes’e doğru bakıyordu.
Yutkunup, halsizliğine yenik düşen kral çaresiz bir durumda kalmıştı.
İsyan, patlama, hainler, Torheum Savaşı, kraliyet meseleleri ve onlarcası... Başı ağrırken, tekrardan elleri ile kafasına masaj yapmaya başladı.
Mavi gözleri solarak deli bir adamın bakışlarına dönüşmüştü.
Elleriyle sıkıştırdığı kafasını kaldırdı ve Greaz’a doğru baktı.
“Ne kadar sürecek? Bir krala yakışmayacak şekilde aşağılandım ve sarsıldım. Krallık isyandan yandı ve tek yaptığım sarayda oturmak oldu...”
Sesi oldukça pişman çıkıyordu. Hatalarını düzeltmek isteyen bakışlarla devam etti.
“Adını bile bilmediğim bir aşağılık sokaklarımı kan gölüne çevirdi ve bir şey yapmadım. Şimdiyse, oldukça güçlü bir generale geriye kalan bütün gücümü vereceğim... Ahahaha!”
Delirmiş gibi gülerken, Greaz’a tekrar baktı ve “Söylesene? Ne kadar süre daha yaşayabilirim?” kahkahalar atarken seslendi.
Greaz arkasına yaslanırken gülümsedi ve kralı rahatlatmak için “Dediğim gibi Joes, baban seni korumamı istedi... Bana bu gücü verirsen, ben ölene kadar yaşayacağını garanti ederim! Bana güvenebilirs-”
Sözünü hızla odaya giren, Joes’in annesi ve krallığın kraliçesi olan Anael De Fredrick’in endişeyle “Oğlum!” demesiyle tamamlayamadı.
Yüzü sinirle gerilirken hışımla yerinden kalktı ve yanında koşarak geçip giden kadını umursamadan “İzninizle efendim, söylediklerimi düşündükten sonra kararınızı verin. Şimdi gidiyorum.” dedi ve odaya dolan muhafız ordusunu yararak geçerken hızla gözden kayboldu.
Joes masasında karamsar bir ifade ile kendisine endişeli bakışlarla gelen annesine bakarak “İyiyim ben, müsaade edin” dedi.
Elini durması için kaldırdı ve oturduğu gösterişli sandalyeden kalktı.
Bitkin düşmüş şekilde yavaşça yürürken, birkaç muhafız da arkasından takılarak eşlik etmeye başlamıştı.
Şaşkına dönen kraliçe olduğu yer de kalmıştı.
Anael korkmuş bakışlarıyla arkasından baksa da, daha demin odada olan Greaz’ı göremeyince gözlerini kıstı ve derin bir iç çekti.
Arkasından koşarak gelmiş hizmetçisine doğru “Bana bu odada bulunan soylulardan birini bul ve getir. Neler olduğunu öğrenmem gerek, olabildiğince hızlı bir şekilde!” sinirli bir şekilde bağırdı.
Öfkeli yüzü, Joes gittikten sonra kendisini göstermişti. Sinsi bakışları ve kibirli ifadesiyle ayakta dikiliyordu.
Oğlu tarafından es geçilmiş ve öteye itilmişti. Bu daha önce olmadığı şekilde, kendisinin Joes’in üzerinde bulundurduğu hakimiyetin de azaldığını düşünmeye itmişti.
‘Kahrolasıca asker bozuntuları! Ne cürretle sarayıma gelerek sorun çıkarırsınız! En kısa sürede kellenizi meydanlarda sürükleyerek dolaştıracağıma hiç şüpheniz olmasın!’
Etrafında bulunan muhafızları umursamadan kapıya doğru hızla yürürken, askerler hızla kenarlara doğru, kraliçeye çarpmamak için çekiliyordu.
Ardından takibe koyulurken birbirlerine attıkları kaçamak bakışlarla bıkkınlıklarını dile getiriyorlardı.
Birkaç dakikalık hengamenin ardından boşalan salon, tekrardan yanan meşaleler ile loş bir ortama dönüşmüştü.
Saray koridorlarında ilerleyerek Joes’i yakalamaya çalışan Anael, çok geç kaldığını görünce, sinirli bir ses tonuyla hizmetçilerine emirler yağdırmaya başlamıştı.
Greaz ise, arkasında yaşanan baş ağrıtıcı olayları hızla atlatmak için ana binadan çoktan çıkmıştı bile.
Beyaz renkte, gümüş parıltıyla ışıldayan eyere sahip atına atladı ve ilerlemesi için bağırdı.
“Deh!” Kaldırım taşlarıyla kaplı saray yolunda ilerlerken; yolun sağ tarafında kalan çimen arazi üzerinde, daha önce gördüğü tanıdık bir armayı fark etti.
Saraydan çıkmaya karar vermiş vaziyetteyken, gördüğü bu arma ile önce atını aniden durdurdu, daha sonra tek kaşını kaldırırken yavaşça sessizce mırıldandı.
“Melina? Sen bile mi... Bugün oldukça ilginç ilerliyor, bakalım daha ne kadar ilginçleşecek. Hahaha...”
Kısık bir kahkaha atarken, sağa doğru ayrılan yollardan birine girdi ve biraz daha ileride sarayı korumak için kamp yapmış birliğe doğru ilerledi.
...
------------------------------------------------------------
Bu Bölüm Toplam 2600+ Kelimeden Oluşmaktadır.