Ejderhanın Kalbi
Savaşın Kıvılcımları
...
--İki Hafta Sonra—
İri, hafif eğik, uzunca bir şekilde göğe yükselen ağaçların olduğu bir ormanın girişinde, karlara saplanmış ayaklarını çıkarmaya uğraşan kızgın bir insan vardı.
Etraf beyazlıktan parıldıyor, orta şiddette esen rüzgarlar ise karlarda çırpınan insanı daha da zora sokuyordu.
Aslında, bu kuzeyin doğasıyla boğuşan insana biraz daha yaklaşırsanız; onun cimri, inatçı bir insandan çok, oldukça güzel bir elf olduğunu anlayabilirdiniz.
Geldiği yöndeki karları zırhındaki çamurlar, kanlar ve pislikler ile kaplamıştı.
Gözlerindeki ruhsuz hissiyat, adeta karlara bulaşarak bir dalga gibi yayılmış, etrafını da beraberinde ruhsuzlaştırmıştı.
Elfin yüzü, bıkkınlığın getirdiği bunalımla patlar gibi kırmızılaşmış, sarı saçları omzundan dökülürken olduğu yerde durarak derin bir nefes almıştı.
Biraz soluklanmak, dinlenmek ve oturup bir fincan kahve içmek istediğini haykırmak istiyordu.
“Aaaaarh!”
Sesinden de tanıyabileceğiniz bu elf, yabancı birisi de değildi. Oldukça ısrarlı, inatçı mı inatçı sinirli ve gururlu Nyleah’ dan başkası değildi.
“İki hafta oldu! Ve bunca yolu, bunca çabayı kıçı kırık bir grup aptala başarısız olduğumu söylemek için gidiyorum! Aman ne güzel! Duydunuz mu beni! Ne güzel!”
Nyleah olduğu yerde uzaklara doğru kitlendi ve gözlerini kıstı. Elf olmanın verdiği nimetleri kullanırken, artık uzaklarda gözükmeye başlamış olan büyük duvarlara baktı.
Görkemli, büyük ve geniş yapıya sahip Uranel surlarının heybetli görüntüsü artık çok da erişilemez durmuyordu.
Ormandan çıktıktan sonra başlayan büyük ve upuzun, sonsuz gözüken düzlükler ve yer yer biten sığ ağaçlıklar, şu anda büyük bir tepeliğin üstündeki Mannyr Ormanı’nın girişinden fazlasıyla güzel gözüküyordu.
Nyleah gözlerini uzaklardan çekerken, ofladı ve kendini karların üzerine doğru bıraktı.
Kollarını iki yanına açarak beyaz ve bir pamuk gibi gözüken karların içerisine doğru yumuşak bir düşüşle girdi.
“Biri canımı alsın...” Bıkkınlıkla tekrar mırıldanırken, birazdan kalkarak büyük surlara yaklaşmak için onlarca yeri geçecek olacağını bilmenin hissi...
“Ciddiyim...” Yüzünde biten ifadesi, gerçekten de... Ciddi olduğunu gösteriyordu...
--Fellam Krallığı, Uranel Şehri, Soylular Mahalllesi’ nde Bir Yer--
Büyükçe bir sokağın bitimine yakın bir yerde, oldukça bakımlı ve şık insanların bir şeyler satın aldığı, konuştuğu, pazarlıklar yaptığı bir bölgede, büyükçe duvarların hapsettiği kocaman bir malikane vardı.
Sokaktaki taşlar, yer yer çiçekler yer yer güzel ağaçlar, tatlı sokak hayvanlarının süslediği bu yolun kenarında biten malikâneyi koruyan; gümüş zırhlarla donatılmış, hatırı sayılır derecede sayısı bir hayli fazla olan askerler de bulunuyordu.
Askerlerin Melina’ nın emrinde olduklarını gösteren, zırhlarının üzerine işlenmiş amblem göz alıcı şekilde parıldıyordu.
Aslında, Vrechlord’ ların hanesi olan bu malikâne şu anda Melina’ nın askerleri tarafından sıkı bir şekilde korunur vaziyetteydi.
Bunu bilen bir çok soylu haneye mensup üyeler, insanlar da sırf şehre gelen muhteşem güzelliğiyle övgülerin hedefi olmuş Siyah Kuzgun’ u görmeyi çok istiyorlardı.
Bu gösterişli unvana sahip kişi tabiki de Melina Diva Seoraveni’ ydi.
Geniş sokaktaki malikane duvarlarının dibinde, kapı girişinin bir kaç on metre ilerisindeki, büyükçe bir büyü dükkanı vardı. Bu dükkanda ise göstermelik de olsa alışveriş yapıyormuş gibi yapmacık tavırlar ile Melina’ nın malikaneden çıkmasını bekleyen bir grup insan, keskin gözlerle askerleri inceliyorlardı.
Bu durumdan hoşnut olmayan askerler de, yüzlerindeki memnuniyetsizlik ile içten içe küfürler ediyorlardı.
Büyük malikanenin, büyük kapısını koruyan dört muhafızdan birisi sessizliğini bozarak, yanında duran diğer askere eğilerek fısıldadı.
“Kendimi satılığa çıkarılmış evcil hayvanlar gibi hissediyorum, şu tiplere bak!”
Yüzünü buruştururken, iğrenen bakışlarını soylulara doğru dikmişti.
Diğer askerler hafifçe nefes verdikten sonra sırıtarak gülümsemişlerdi. Tabii bu surat ifadeleri, sokağın başında beliren büyük bir grupla hızla sönerek kayboldu.
Mavi bir sancağın üzerinde, gümüş renkte işlenmiş sembolleri gören herkes, aceleyle yoldan çekiliyor ve büyük kafilenin yoldan geçmesi için kenarlara yerleşiyorlardı.
Krallığın asıl sancağı olan bu mavi sancak üzerindeki çift kafalı kartal ve çapraz yerleştirilmiş kılıç, ancak kral ve vekili tarafından kullanılabilirdi.
Savaşlar dışında, bir komutan veyahut yetkili krallığın asıl sancağını resmi olarak bir yeri temsil etmek üzere kullanamazdı.
Tabii soyluların temel dersleri arasında yer alan bu konu, şu anda kimseyi ilgilendirmemişe benziyordu.
‘Yüce tanrım... Korkunç General Greaz değil mi o?! Neden asıl sancağı taşıyor!? Gördüklerimi kesinlikle herkese demeliyim!’
Görenleri şaşkına uğratan, gümüş bir metalden yapılmış zırhı giyen, gösterişli ve kaslı siyah atının üzerinde adeta bir kral gibi gözüküyordu.
Soğuk ifadesiyle karşılaşan ve göz göze gelen herkes, bakışlarını kaçırmadan edemiyordu.
Her taraftan yükselen fısıltıların eşliğinde, arkasında kendisini takip eden büyük grup ile birlikte, büyük malikânenin kapıları önünde durdu.
Gözleri şaşı olmuş bir şekilde kendisine bakan askerler, anında ifadelerini ciddileştirirken; dik bir şekilde, kıpırdamadan, atın üzerinde kendilerine yukarıdan korkutucu bir şekilde bakan generale geçit vermediler.
Greaz, bütün gözlerin önünde kendisine böyle davranılması yüzünden sinirlense de atından bir hamlede inerek silkelendi.
Askerler yutkunsa da, üstlerinden gelen emrin kesinliği konusunda hemfikirlerdi. Tek bir kişi dahi malikâneye giremez!
“Efendimiz tarafından verilen emir ancak kralımızın gelmesiyle bozulabilir, izin verin gelişinizi komutanımıza bildirelim. Anlayışla karşılayın, olağanüstü bir durum var ve kimse malikâneye izinsiz giremez”
Greaz askerin üzerine doğru ilerlemeye başlamıştı ki, konuşmasıyla sırıttı ve derin bir nefes aldı.
Alaycı gözleri askerlerin üzerinde gezinirken, dudaklarını kıvırarak ellerini iki yanına açtı ve “İnanılmaz! Bu ülkede saygı bitmiş gerçekten! Bir kral vekiline yapılan muameleye bakın! Puahahaha!” dedikten sonra kocaman bir sırıtışla, hayli hayli uzun olduğu askerlerin dibine girerek gözlerinin içine baktı.
Sokakta başlayan hayret dolu nidalar, kıkırdamalar ve bir çok gürültü insanın içine titreten bir ses ile bölündü, çok geçmeden sessizliğe gömüldü.
“Asker! Çekil karşımdan!”
Greaz’ ın bağırmasıyla sokak bir anda suspus olurken, askerler yerlerinde sıçradı.
İstemeden de olsa, bir kralın baskısını hissettikleri bu adama karşı ellerinden hiç bir şey gelmeyeceğini bilerek kenara doğru çekildiler.
Başları eğikken, korkularını göstermemek için çırpınıyorlardı.
Greaz kafasını sağa sola sallarken, önünde açılan büyükçe kapının desenlerini keyifle izleyerek ve inceleyerek yavaşça yürümeye başladı.
Gözleri önünde açılan kocaman bir bahçeye girerken, çok da uzakta olmayan bir çardakta, ayağa kalkmış Melina’ yı ve bir çok soylu haneye mensup bireyleri... Ve yüzünü yumruklamak için can attığı Lebis’ i gördü.
Yüzü kasılırken, dudaklarındaki kıvrım yok olarak yerini seğirmeye bıraktı.
Arkasından da beraberinde gelen büyük grup, hızlıca malikâneye yerleşerek etrafı korumaya alırken, Greaz yavaş adımlarla çevreyi inceleyerek çok da sinirlenmemek için vakit geçirerek yürümeye başladı.
‘Neveria’ nın Yüreği adına... Bu adamı kemiklerine kadar kırasım var... Yavşak herif!..’
Çevrede güzelce bakıldığı belli olan sayısız türde çiçekler, yer yer usta sanatçıların ellerinden geçtiği belli olan onlarca heykel, çalışan ve bitkilere bakım yapan insanlar...
Fazlasıyla neşeli ve bakımlı, disiplinli bir ortama sahip bir yerden, böylesine bir yavşak herifin nasıl çıktığını düşünmeden edemedi Greaz.
O sırada gürültü yüzünden ayağa kalkmış Melina ve Lebis’ in olduğu çardaktaki insanlar, tekrar sakinleşerek yerlerine geçmişlerdi.
Krallığın güçlü generallerinden birisinin malikanelerine neden bu kadar hiddetle girdiğine anlam vermeseler de, herhangi bir tehlike olmadığından emin görünüyorlardı.
Lebis’ in babası ve annesi de, çardakta otururken gözlerinin ucuyla keyfi kaçmış Lebis’ e doğru bakmaya başlamıştı.
Leydi Machenile, yani annesi, oğlunun neden böyle bir düşman edindiğini, nasıl edindiğini sorgulamak istiyordu.
Babası ise, gelmekte olan durumun ciddiyetini kavrarken, bir yandan da uşaklarına Greaz’ ın son aylardaki hareketlerini araştırması için emir verdiğine pişman olmuştu.
Krallıkta sözü geçen bir ailenin reisi olarak, pozisyonlarının tehlike altında olduğunu son bir kaç ayda, üzerlerine gelen ambargolar ile anlayarak bir hamle yapmak istemiş, sonucunun ağırlığını düşünmemişti.
‘Kendi malikânemde geriye püskürtülemem! Son aylarda yaptığın şeyi çoktan anlayan bir çok soylu hane var! Kralın yetkisini kullansan bile... Karşı koyacağız!’
Lebis’ in babası, Joperso Da Vrechlord içinden bunları düşünürken, Greaz çoktan çardağın yanına ulaşmıştı.
Gözlerindeki nefret, Lebis’ in üzerine çok net bir şekilde düşüyor ve Lebis bu durumu yok sayarak çayını yudumlamaya devam ediyordu.
Greaz burnundan son bir kez daha soluduktan sonra, malikânenin dört bir yanına dağılmış ve pozisyon almış askerlerine bir göz gezdirdi.
Dudaklarını yaladıktan sonra, boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.
“I-ıhm... Sanırım burada bir hayli keyifli vakit geçiriyoruz hm?” Kaşlarını çatarak Joperdo’ ya baktı.
Yüzünde gergin bir ifade ile sırıtarak oturduğu yerde cebelleşen Joperdo, istifini bozmamaya çalışarak cevapladı.
“Bir hayli öyle... Bu keyifli vaktimizi böyle barbarca bölen size de aynı şeyi söylemeli miyiz? Sayın general... Ya da artık her neyse?”
Sinirlenmeye başladığı bariz olsa da, karşısına almak isteyeceği son kişi Greaz’ dı.
Kraldan bile bu kadar korkmuyor, aksine kralı kolay lokma görüyordu.
Greaz aldığı cevaptan memnun olmadığını belirten şekilde, kaşlarını daha da sıkarak yanaklarının seğirmesine engel olamadı.
Göğsünü kabartarak, gözlerini orada kendisine şaşkınlık ile bakan Melina’ ya getirirken yüzüne yerleşen büyük bir gülümsemeyle Joperdo’ nun sorusunu es geçti.
“General... Ya da leydim mi demeliyim? Sizin buradaki amacınızı lütfedebilir misiniz acaba?”
Melina şaşkınlığını giderirken, duygusuz gözleriyle Greaz’ a bakarak cevap verdi.
“Önemli bir eserin kaybolması yüzünden ortaya çıkan bir soruşturmayı yürütüyordum... Tabii siz böyle kaba bir şekilde haneye tecavüz ettikten sonra, maalesef sayın Lebis bana durumu izah edemedi”
Sesindeki durgunluk, yüzündeki soğuk ifadesiyle tam bir yırtıcıya benzeyen bakışları... Greaz kendinden geçmeden önce başını hafifçe sallarken, gülümsedi ve hızlıca yanıt verdi.
“Üzülerek söylüyorum ki...” Gözleri hiddetlenirken, bakışları büyüdü ve Joperdo’ nun üzerine düştü.
Çene kaslarını sıkarak, burnundan solurcasına devam etti.
Joperdo kaskatı kesilirken iliklerine kadar giden büyük bir titreme ile silkelendi.
“Şuan çok ama çoook... Sinsi ve büyük bir hainin hanesinde, eskiden gururlu Vrechlord’ ların, şimdiyse pis işlerini yaptıracağı kadar küçük düştüğü bir çöplüktesiniz...”
Greaz’ ın ağzından çıkan her kelimeyle ortamın daha da gerilmesi, Joperdo’ nun bakışlarını aceleyle çardağın etrafındaki muhafızlara çevirmesi, o sırada aynı şekilde Greaz’ ın da bakışlarıyla konumlarında duran askerlerine onay vermesi. Tüm bunlar bir çırpıda olup bitmişti.
Cümlesine devam ederken, hareketlenen askerler ile Melina, kafasını hızlıca Joperdo’ ya çevirirken etrafında başlayan hareketliliğe anlam veremiyordu.
Tehlikede hissettiği canı yüzünden, o da kafasını hızlıca girişteki askerlerine doğru çevirdi ve baktı.
Melina’ nın gözlerindeki endişeli bakışlarla harekete geçen büyük bir grup asker de çardağa doğru ilerlemeye başladı.
“Ve ben... Kral vekili Greaz Thir Fredruck! Kralın adına bu hainin kellesini almaya geldim! Soyunun idam cezasına çarptırılmasına karar verilmiştir!”
Greaz bir anda kudretli bir şekilde kükreyerek, devasa kılıcını envanterinden çıkardı ve güçlü bir şekilde Joperdo’ ya doğru savurdu.
Çardakta oturan diğer Vrechlord hanesine ait insanlar korkuyla çığlık atarken, Joperdo’ nun gövdesinden ayrılan ve etrafa kanlar fışkırtan kafası Melina’ yı hızlıca çardaktan uzaklaştırmıştı.
Aniden ortayı kan gölüne çeviren Greaz’ ın bu davranışı ile rahatça çay içen Lebis’ in yüzü ve elbisesi fışkıran kanlar ile yıkanmıştı.
Durgunca olduğu yer de duran Lebis, titreyen elleri ile çay bardağını bıraktı ve derin bir nefes aldı.
Yanında duran annesinin çığlıklarıyla kulakları temizlenirken, korkuyla ağzından aldığı nefesini kontrol etmeye çalıştı.
Yüzünün kanlar içinde kalması, bembeyaz çardağın kırmızıya boyanması, kafası masada olan başsız Joperdo’ nun vücudunun sesli bir şekilde yere düşmesi...
Saniyeler içerisinde yaşanan olayla, etraflarında bulunan askerlerden Greaz’ ın emrindeki kraliyet muhafızları hızlıca çıkardıkları mızrakları ve kalkanlarıyla Vrechlord hanesinin askerlerini ezerek, deşerek öldürmeye başladılar.
Melina, kendisine koşan askerlerinin arasına girerken bir yandan da Greaz’ a korkuyla bakmayı ihmal etmiyordu.
Greaz, devasa kılıcını masanın üzerine sertçe bırakarak çardağın Lebis’ in karışı tarafına oturdu.
Kafasını çevirerek askerlerinin kendisini çembere aldığı Melina’ ya doğru yüksek sesle bağırdı.
“Askerlerinin arasında kal general! General diyorum çünkü, bundan sonra sen ve İworick denen şımarığı General rütbesine atıyorum! Ve sen!..”
Yavaşça tekrar başını tam karşısında dona kalmış ve hareket etmeden gözleriyle kendisine bakan Lebis’ e çevirdi.
Gözlerindeki korkuyu görmesiyle dudaklarını kıvırıp sırıttı.
Çardağın etrafını kan gölüne çeviren kraliyet muhafızları, yeşil armalarla süslenmiş Vrechlord askerlerini paramparça ederken kimsenin çardağa yaklaşmasına izin vermiyorlardı.
Çoktan annesinin de kaçarken, mızraklar tarafından delik deşik olmasına şahitlik eden Lebis, korkudan ne yapacağını şaşırmış bir duruma girmişti.
Tek yapabildiği önünde duran celladına doğru bakabilmekti.
Greaz büyük zırhını görmezden gelerek kollarını birleştirdi ve arkasına yaslanarak Lebis’ e baktı.
Gözlerindeki alay ve acıma, Lebis’ in durumdan hiç bir şekilde sıyrılamayacağını anlamasına yetiyordu.
“Bir zırhı bile koruyamayan, hainlik peşinde koşan, krallığın menfaatine çalışmayan bir hane... Söyle bakalım velet! Babanı ne öldürdü?”
Lebis tir tir titremeye başlarken ağzını açmaya çalışsa da, çıkan kelimelerden bir şey anlamak oldukça zordu.
“B- Şe... Bi-... Özür di- dilerim...” Durumun bir kaç saniyede bu hale gelmesi kendisini oldukça şokta bırakmış olacak ki, ağzından çıkan kelimelerden anlaşılan tek şey bu olmuştu.
Greaz daha fazla sırıtırken, yüzü artık sınırlarına kadar gerilmişti.
“Puahaha! Babanı özür dilerim mi öldürdü velet! PUAHAHA! Sevdim seni! Bundan bir kaç hafta önce, oldukça da beyefendi bir şekilde, krallığımızın generaline dokunuyordun! İnanılmaz bir beyefendi!”
Yaslandığı yerden doğrulurken, sırıtmasını kesti ve Lebis’ e doğru eğildi.
Masanın diğer tarafında olan Lebis, git gide sırtını daha da geriye bastırırken yüzünde önceki hallerinden eser kalmamıştı.
“B-.. Bilmiy- yorum...” Kekelemelerinin arasında yutkunurken, sırtını sonuna kadar geriye bastırarak çardağın tahtalarını zorlamaya başlamıştı.
Greaz bir elini masada duran kılıcının kabzasında gezdirmeye başlamış ve kafasını çevresinde olup biten katliama çevirmişti.
“Bana bak velet, yaşamanın tek sebebi şuan zırhı koruyabilecek ve muhafaza edebilecek tek senin olman... Seni esir olarak himayeme alacağım, ne dersem yapacaksın. Zırh bulunup getirilene kadar yanımda uşak olarak görev yapacaksın!”
Lebis’ e bakmadan kafası koparılan bir askeri izlerken, uzun süren cümlelerini bitirmişti.
Greaz kılıcın kabzasıyla oynamayı bırakarak, kabzadan tutup kaldırdı ve yanındaki toprağa sapladı.
Bu seferse, kaskatı kesilmiş Lebis’ e bakarak konuşmasına devam etti.
“Aksini iddia ettiğin an! Şu toprağa yerleştirecek cesedini bile bulamazsın! Anladın mı lan beni!”
Yüzüne doğru şiddetli bir biçimde kükreyerek, tükürüklerinin Lebis’ in yüzüne sıçramasını umursamadan bağırdı.
Lebis’ in onay vermesini beklemeden, hınçla kılıcın kabzasını bıraktı ve bir eliyle hızlı bir şekilde yakasını tuttuğu Lebis’ i çok kuvvetli bir şekilde kafasını masaya doğru geçirdi.
Ne olduğunu bile anlayamadan bayılan Lebis, bilinçsiz bedeniyle yere düşerken çevredeki muhafızlar da çoktan son kalan askeri deşerek öldürmüşlerdi.
Etrafta sayısız ceset yerde yatarken, malikânenin evlerine büyük kapıdan geçerek giren diğer muhafızlar da çok geçmeden diğer insanların çığlıklarını yükseltmeye başlamıştı.
Melina endişeyle askerlerine emir vermeyi bekler halde, çardaktan kalkan Greaz’ a doğru bakıyordu.
Endişeli ses tonuyla, askerlerin arkasından Greaz’ a seslendi.
“Bütün bunlar... Bunlar gerekli miydi!? Kral buna izin verdi mi! Bütün soy!? Bütün haneyi ortadan kaldırmayı mı düşünüyorsun gerçekten! Sırf ne için!?”
Greaz, sakince ortalığı temizlemiş muhafızlarının arasından geçerek daira biçiminde formasyon almış Melina’ nın askerlerine doğru ilerledi.
Muhafızlar, kolayca hallettikleri askerlerin ve soyluların cesetlerini sürükleyerek bir yerde toparlamaya başlamışlardı.
Greaz kendisine doğrultulan soruyu cevaplamak üzereyken, içeri giren büyük bir grup asker ile merakla beklemeye başladı.
Askerlerin öncülük ettiği kişinin İworick olduğunu gördükten sonra, bugün çokça yaptığı şekilde sırıtarak güldü.
“Beyaz atlı prensimiz de geldi! Hoşgeldi!” Seslice neşeli bir tonda bağırarak İworick’ in duymasını sağladı.
Olup bitenlere inanamayan gözlerle bakan İworick, Greaz’ ın kral vekili olduğu haberini almış ve doğrudan Vrechlord Hanesi’ ne ilerlediğini duyunca acele bir şekilde malikâneye doğru ilerleme talimatı vermişti.
Tabii, artık ortada olmayan bir çok haneyle beraber bu katliama katılmış olan Vrechlord’ lar da silinme noktasına gelmişti.
“Bu ne demek oluyor!? Bu ne cüret, nasıl kraldan habersiz böyle bir katliam yapabilirsin!”
Hemen ardından istekle cevaplayan Greaz ise kendisinin tam önüne kadar gelmiş olan İworick’ in gözlerinin içine bakarak cevap verdi.
Çevredeki askerler ve kraliyet muhafızları birbirlerini süzerken Greaz’ ın dediklerine kulak kesiyorlardı.
“Bu demek oluyor ki! Sevgili komutanım, yardımcım Nyleah ile beraber general atadığım sen! Doğrudan emrinize verdiğim 500 muhafız ile beraber kuzeye giderek! Bu aptal sünepenin sıçtığı boku temizleyeceksiniz oluyor!”
Üstten bakışlar atıp, 32 diş sırıtarak arkasındaki Nyleah’ ı ve yerde baygın yatan Lebis’ i gösterdi.
İworick anlık şaşkınlıkla ne diyeceğini şaşırırken, kafasını anlamayan bakışlarla Melina’ ya ve Greaz, Nyleah’ a sırayla çevirdi.
Sertçe yutkunurken, karşısında ciddi bakışlarla gülümseyen Greaz’ a doğru “Sen delirmişsin! Şer- Kral vekilisin diye her şey-“ bağırmaya başlamışken sözü Greaz tarafından kesildi.
“Senden rica etmiyorum! Emrediyorum! Ben bu krallıktaki bokları temizlerken, sen de siktir olup kuzeyde kaçıyor olan hamam böceğini ezip getireceksin! Bu kadar basit asker! Şimdi defol önümden!”
Ses tonundaki ciddilik ile bağıran Greaz’ a bütün olanların hesabını sormak istese de, ağzını açmadı ve çenesini sıkarak Melina’ ya baktı.
Kuzey seferi demek, ölümle eş değer nitelikteydi.
Eğer kuzeydeyseniz ve birisi size daha da kuzeye gitmenizi söylüyorsa...
Bilin ki sürgüne gittiğinizin bir başka söyleyiş biçimiydi bu.
Melina, askerlerinin arasından sıyrılarak çıkarken sadece hayrete düşmüş şekilde bakmakla yetinebiliyordu.
Gözleriyle, yüzünde şaka yaptığını söylemesi için Greaz’ ın suratına bakıyor ve umutla bir şeyler söylemesini bekliyordu.
Bir kaç saniye daha bekledikten sonra, Melina hayal kırıklığına uğramış bir şekilde Greaz’ a doğru seslendi.
“Delirmişsin sen... Tamamen delirmişsin...”
Greaz, kendisine bakan Melina’ya doğru çok geçmeden cevap verdi.
Gözlerini kaplamış duygusuzluk ile deli gibi sırıtarak “Öyleyimdir...” dedi.
Cümlesini tamamlamadan önce, yaptığı delirmiş gibi yüz ifadesini bozarak duruşunu dikleştirdi.
“Ve sizde... Benim kuzeyi ateş gölüne çevirecek savaşımdaki böceklerden bir şey değilsiniz! Torheum, kehanet, cüceler!? Ejderhalar!? PUAHAHA!! Sadece bekleyin ve görün! 5 yıl içerisinde tüm kuzey önümde diz çökecek!”
...
------------------------------------------------------------
Bu Bölüm Toplam 2600+ Kelimeden Oluşmaktadır.