Overlord
Katliam - 6
Çığlıkların duyulduğu istikamete baktıklarında canavarlar
kaçan askerleri çiğnemeye, yani sağ kanadın yerle yeksan edilmesi başlamıştı
bile. Dosdoğru üzerlerine saldırdıkları izlenimi uyansa da gönüllerince
tepinirken gözleri pek de Raeven'i görmüyordu. Daha doğrusu diğer Kara
Oğlaklar, Raeven'den çok uzakta idi.
"Kral nerede?!"
"Orada!"
Askerin işaret ettiği noktada kraliyet flamasını görmüştü
görmesine de Kara Oğlaklar'dan biri tam da flamaya doğru dört nala koşuyordu.
Raeven iki arada bir derede kalmıştı. Yardımına koşsa bile
elinden ne gelirdi ki? Fakat Kral III. Ranpossa bu cenkte kaybedilirse ülkenin
tamamının dağılması söz konusu idi.
Ne var ki—
"Bu meseleyi Gazef-dono'ya bırakalım! “
Raeven, Gazef'e tüm kalbiyle inanmıştı. Kral'ın övgüsünü
kazanmış bir savaşçı idi. Her ne kadar kara keçi canavarlarını alt etmeye gücü
yetmese de hiç yoktan kralı bu katliam ovasından tek parça çıkarabilirdi.
"Marki Raeven! Vaziyet sakat! Bir an evvel geri çekilin
lütfen!"
“-Lordum!”
Bunu söylerken feryat etmiyordu da kızgınlıkla bağırıyordu
sanki. Raeven ise bu durum karşısında hemen cevap verdi.
"Farkındayım, kaçalım!"
Canavarlar ensenizde bitmek üzere iken "Geri
çekilin!" gibi süslü kelimelerle renk vermemeye çalışmanın manası olmazdı.
"Askerlerimizi toparlama görevini bana bırakın! Lordum,
derhâl buradan çıkıp E-Rantel'e doğru yola çıkmalısınız!"
Bu bağırış gözleri boş bakan birinden gelmişti. Her ne kadar
sıradan biri gibi gözükse de Raeven taburlarını daha iyi birine emanet
edemezdi.
"Vazife senindir! Uygun gördüğün yerlerde adımı
anabilirsin! Sorumluluğunu alıyorum!"
Toynak sesleri çok yakından duyuluyordu. Marki Raeven
arkasına dönüp ne kadar yaklaştıklarına bakmaktan öyle korkuyordu ki topuğundaki
metal çivileri var gücüyle atın böğrüne saplıyordu.Lakin at yerine çakılıp
kalmış vaziyette idi. Raeven daha kuvvetli bir şekilde topuğunu sapladığında
dahi at tepki vermemişti. Kulaklarını kafasına doğru yassı bir şekilde yatırmış,
hareket etmeden duruyordu.
O sırada, kargaşanın göbeğinde bir grup at can havliyle
kaçışan askerlerin arasında depara kalktı. Sırtlarındaki askerler ise sarkan
dizginlere aldırış etmez bir şekilde atların bedenine sıkı sıkıya yapışmıştı.
Ne gariptir ki bildiğimiz köy atları korkudan depara
kalkarken eğitimli savaş atları donakalmışlar idi.
"Eğitimin bu şekilde ters teptiğine inanamıyorum!"
Atllar ürkek hayvanlardı bir kere. Belli bir eğitime tabi
tutulduktan sonra korkusuz savaş atları olarak anılabilirlerdi. Ancak tam da
aldıkları eğitim yüzünden hareket edemiyorlardı işte. Kafalarından sayısız
düşünce geçmesine rağmen aldıkları eğitimi de unutmuyorlardı.
"Bağışla beni! [Aslan Kalbi]!"
Rüzgâr Tanrısı rahibi Yorlan Dixhort atların korkusunu yok
edecek bir büyü yapmıştı. Sakinleşen atlar ise avazları çıktığı kadar
kişnemişti.
"Marki Raeven! Size rehberlik edeceğiz!"
"Lütfen öyle yapın!"
Arkasında askerlerinin iyi temennilerinin yankılarını
işitirken Raeven, eski maceracılar eşliğinde atını dört nala koşturmaya
başlamıştı.
Kargaşada sağduyularını yitirmiş taşkın bir kalabalıktan at
binerek geçmek epey güç idi. Ancak bir zamanlar insanlığın doruk noktasına
yaklaşmış orichalcum seviyeli maceracılar oldukları için at binebiliyorlardı.
İnsan furyasının arasından ustalıkla geçmeyi başarmışlardı.
"Düşman saflarındaki büyü kullanıcısı tam bir canavar
çıktı! Böyle biri nasıl var olabilir ki?"
Raeven ise dört nala koşan atının üzerinde eyere bir oturup
bir kalkarken Ainz'e küfürler ediyordu.
"Sıçayım! Bir hâl çaresine bakmalıyız! Dünyamızı, daha
doğrusu geleceğimizi korumanın bir çaresini bulmam gerek!"
Farkında olmadan kendi kendine mırıldanmasının nedeni
muhtemelen duyduğu büyük korku idi. Ağzını bir an bile kapatırsa, kafasını
meşgul etmezse sahip olduğu keskin aklı, üzerine üzerine gelen korkunç kâbuslar
resmedecekti.
Geri döndüğünde Prens (Zanack) ve Prenses (Renner) ile
oturup emsalsiz büyü kullanıcısına karşı önlem arayışına girecekti.
Zira bir çözüm bulunmazsa tüm insan krallıkları
fethedilecekti. Hatta fethedilmesine dahi razıydı. En kötü ihtimalle tüm
insanlık Ainz Ooal Gown'un oyuncağı hâline gelip son nefeslerini verene dek
işkence göreceklerdi.
Hissettiği gerginlik ve hüsranla boğuşurken diliyle
çıkardığı “cık, cık” sesleri, atının dört nala koşarken çıkardığı toynak
darbelerini bastırmıştı.
“Olamaz! Lordum, lütfen atınızı sağ tarafa sürün! Bize
yetiştiler!”
“Gözleri olmadan bizi nasıl buldular ki?!” diye bağırdı
hırsız Lockmeyer. “Lund! Bunun için hiç büyün var mı?”
“Ne gezsin! Bu canavara herhangi bir büyü tesir eder mi
sanıyorsun Lock?”
“Yine de denemeden bilemeyiz!”
“Kesin! Varır varmaz köprüyü geçeceğiz! Tesadüfen bizimle
aynı yöne ilerliyor da olabilir! Lordum! Önümüze geçin! Tek sıra hâline
ilerleyeceğiz!”
Sesleri titriyordu.
Aldığı talimatlar doğrultusunda Raeven atını hizaya
sokmuştu. Akabinde ise atını daha az askerin kaçığı bir istikamete çevirdi.
Uzaktan duyulan bir Kara Oğlak’ın melemesi kalp atış
seslerini bastırıyordu.
“MEEEEEEEEEEHHHH!”
Ses o kadar da uzaktan gelmiyordu ama.
Raeven sucuk gibi terlemeye başlamıştı. Öyle tırsmıştı ki
arkasında dönüp bakamıyordu ama hissettiği baskının giderek arttığını
hissediyordu.
Sonra bir kez daha duyuldu.
“MEEEEEEEEEEHHHH”
“Sikeyim! Boku yedik! Dosdoğru üzerimize geliyor işte!
Herkes hazırlıklı olsun!”
Karşılık olarak takım lideri Boris bağırarak bir büyü
kullandı.
“「Zırh Güçlendirmesi」!”
“「Kudret Artışı」!”
“Tamamdır! Öyleyse lordum, düşman saldırısını karşılamamıza
müsaade edin! Ne olursa olsun arkanıza bakmaksızın ilerlemeye devam edin!”
Korkularını dize getirmiş maceracılara söyleyebileceği tek
bir şey vardı.
“Size güveniyorum!”
“Anlaşılmıştır! İş başına!”
“Ohhhhh!”
Eski maceracılarla arasındaki mesafenin gitgide açıldığını
işitebiliyordu.
Raeven rüzgâr direncini asgari düzeye indirmek için kafasını
atın yelesine gömmüştü. Adamlarının kendisine ne kadar vakit kazandıracaklarını
bilmese de olabildiğince hızlı kaçmaktan başka bir şey gelmezdi elinden.
Adamlarının bu bağlılığını da ancak ve ancak sağ salim şehre dönerek
ödeyebilirdi.
“Fırla!「Alev Topuı」!”
“「Fethedilemez Hisar」!”
Ciğerleri patlarcasına dört nola koşan atın sırtındayken
Raeven, yüzünü ve kulaklarını yarıp geçen rüzgâra rağmen çarpışmaya giren eski
maceracıların seslerini işitebiliyordu.
Akabinde ise birkaç saniye geçmişti ki eski maceracıların
sesleri kesilivermişti.
Tek duyduğu devasa bir toynak darbesinin çıkardığı sesler
idi.
Kalbi göğsünden fırlayacaktı.
Deve kuşu gibi gömdüğü kafasıyla görebildiği kadarıyla
atının nallarının yanına düşen devasa bir gölge Raeven’in içten içe sessiz
çığlıklar atmasına neden olmuştu.
Ayaklarının, dört nola koşarak kendisini taşıyan atın
taşıdığı vücudunun altına kalın mı kalın, uzun dokunaçlar ilişmeye başlamıştı.
“Olamaz…”
At gözü dönmüşcesine depar atıyordu. Raeven’in hiç yapmadığı
bir süratle ilerliyordu. Hatta at da kendi hız rekorunu kırıyor olabilirdi.
Bu sürate rağmen ulu bir gölge hemen yanı başlarına
düşüyordu.
“Ölmek istemiyorum!”
Çığlık attı. İstemsizce tüm benliğiyle çığlık attı.
Kasığında bir sıcaklık, bir ıslaklık hissetmeye başladı.
Raeven arkaya bakmaksızın gözlerini zorla açık tutarak atı
dört nala koşturmaya devam ediyordu.
N’olursa olsun ölemezdi. Ülke umurunda bile değildi.Ülke
kaybedilecekse varsın kaybedilsin diyordu.
Ainz Ooal Gown ile savaşa girmesi öleceği anlamına
geliyorsa, ülkesine sırtını dönüp korkak bir enik gibi kaçmaya razıydı.
Aptallık etmişti.
Hem de ne aptallık.
Bu savaş alanına gelmesinin başka bir izahı yoktu.
Ainz Ooal Gown’un ne denli güçlü olduğunu bilseydi her ne
olursa olsun başkentten kafasını dışarı çıkarmazdı.
Krallık’ın akıbeti artık umurunda bile değildi.
“Ölmek istemiyorum!”
Ölemezdi.
Oğlu bu kadar genç ve körpeyken ölemezdi. Ayrıca… Çok
sevdiği eşini de yalnız bırakamazdı.
“Ölmek—“
Raeven’in gözünün önüne oğlunun silüeti geliverdi.
Aslan oğlum.
Minicik, el kadar bir hayat dünyaya gelmiş, yavaşça
serpilmiş, yeri gelmiş hasta olmuştu. Hasta olduğunda ise ortalığı ayağa
kaldırmıştı. Etrafta gözü dönmüş bir şekilde emirler yağdırırken karısının
suskun puskun bir köşede oturduğu günleri hatırlayınca utanca boğulmuştu.
Yumuşacık, narin elleri, al yanakları vardı. Büyüdüğünde
Krallık’taki herkes ondan söz eder hâle gelecekti. Oğlunun yeteneklerinin
kendininkini gölgede bırakacağına inanıyordu. Ara sıra kendini gösteren bu
potansiyelin çoktan farkına varmıştı.
Eşinin dediği kadar oğlunu şımartmıyordu aslında.
Raeven biricik evladını yetiştiren eşine derinden minnet
duyuyordu. Ancak dile getirmekten çok utandığı için nadiren sözlü olarak ifade
ediyordu.
İkinci bir çocuk yapmanın vakti gelmişti.
Bu savaş alanına gelmemiş olsa idi iki evladını da kucağına
alabilecekti belki de.
“Ha?”
Toynak sesleri birdenbire kesilmişti.
Cesaretten ziyade meraktan Raeven arkasına dönmüştü. Kara
Oğlaklar’ın donakalmışçasına yerinden kıpırdamadığını gördü.
KISIM 3
Nereye geldiğine dair zerre fikri yoktu. Bir kâbusun içine
çekilmişti sanki.
Baharuth İmparatorluğu’nun en güçlü savaşçılarına atfedilen
Dört Şövalye unvanı artık onun için neredeyse hiçbir anlam ifade etmiyordu.
Kendisi gibi aciz bir varlığın bu unvanla gurur duyamayacağına
inanmıştı. İşte yaşadıklarından bu denli etkilenmişti.
Bastırılamayan gözyaşları, ağlayışlar Nimble’nin kulağına
ilişiyordu. Korku ve çaresizlik içerisinde akıl sağlıklarını çoktan yitirmiş
insanların hıçkırıkları idi. Aslında çocukça—Daha doğrusu çocuk gibi
hissetmeleri sağlanmış koca koca adamların kederli yakarışları idi. Ağlayanlar
İmparatorluk şövalyeleri idi.
“Kaçalım.” şeklindeki yakarışları işitti.
Bu katliam makineleri tarafından rezil bir şekilde
katledilen ırkdaşlarını, yani insanları esef ile izleyen şövalyeler böyle dua
etmişti.
Öyle hazin bir manzaraydı ki Krallık’ın düşmanları
konumundaki İmparatorluk şövalyeleri dahi onlar adına dualar etmeye
başlamışlardı.
En azından bazılarının sağ kurtulmayı başarmaları için
dualar ediyorlardı. Ne kadarı sağ kurtulursa onlar için o kadar iyiydi.
Savaş alanına düşmanlarını öldürmeye gelmişlerdi. Ancak
gözleri önünde vuku bulan katliam karşısında etkilenmemeleri, merhamet
duymamaları mümkün değildi. Hatta bu manzara karşısında etkilenmeseler insan
simasını taşıyan bir iblis, insanlık dışı bir varlık olarak
nitelendirilirlerdi.
Nimble ile şövalyeler bu durumu “çarpışan iki ordu” olarak
yoramayacaklarını anlamışlar idi.
Krallık ile İmparatorluk’un savaşı olarak bakıldığında bu
felaket hiç şüphesiz Krallık’ı vurmuştu. Fakat insanlar ve canavarlar bazında
bakıldığında ise iki taraf da bu korkunç katliamın kurbanı olmuştu.
“Pekâlâ, vakit gelmiştir herhâlde.”
Kendince konuşurken herkes Ainz’e dönmüştür.
60 bin askerin elbette hepsi Ainz’in sesini işitememişti.
Ancak yanlarındaki askerlerin istisnasız her biri başını Ainz’e çevirdiğinde
durumu anlamışlardı. Ayrıca yanı başlarındaki askerlerin dosdoğru Ainz Ooal
Gown’a bakmasıyla hepsi aynı şekilde karşılık vermişti.
En nihayetinde bu kâbusun mimarı olan adamın -Ainz Ooal
Gown- her hareketi ovadaki her bir insanın ruhuna başa çıkamayacakları bir korku
salmıştı.