Vampir Hükümdarı
Cennet (2)
Öhöm, öhöm selamlar. Bölüm başlamadan önce neden geç yazdığıma dair sebebimi sunmam gerektiğini hissettiğimden bunu yazıyorum. Çünkü, canım yazmak istemiyor. Daha doğrusu ilham gelmiyor… Her neyse bu bölümü de bir şekilde yazabildim de paylaşıyorum sizlerle. Bir süre daha bu şekilde olacak gibi. Uyku düzenimi düzene soktuktan sonra düzene sokacağım bunları da….
***
Güm!
“Ne demek Canavarinsanlar bastırıyor. Yüksek Elf Birliği ne arıyor!?”
Masa şiddetli vuruş nedeniyle parçalanırken kükreme havada yankılandı.
“Sakin olun general. Birliğimiz bir kaç güne gelecektir."
Yanıt olarak gelen hoş sese karşılık gür sesin sahibi homurdandı.
"Sakin olmak mı? Ani baskında binlerce askeri bir hiç uğruna ölen sizin birliğiniz değildi bayan.”
Sesin homurdanmasını duyan kadın soğuk bir şekilde güldü.
“Hahaha! Çok şakacısınız. Sizinle birlikte benim de kaç askerimin öldüğünü biliyor muydunuz? Bin? On bin? Emin olun burada tek zayiat veren siz değilsiniz.”
İşin aslı, böyle demesine rağmen en yüksek zayiatı yaşayan İnsan ırkıydı. Her işe yatkın olmaları sebebiyle hep en önde insanlar ve elfler olurdu. Fakat insanların hızlı üremeleri sebebindendir belki de elflerin sayısından katlarca fazla insan birliği dizilmişti. Yanii asıl kayıp yaşayan insanlardı.
Tam ağzını açıp karşı çıkmayı düşünürken, askerin birisi geldi.
“Efendim Yanan Güneş Tarikatından geldikleri iddia edilen bir grup uzman orduya katılmak istiyor.”
Gelen askeri duyan general ile yanındaki kadın şaşırdı.
“Yanan Güneş Tarikatı? Şu Tarikat sıralamasında ilk beşe giren mi?”
Kadın şaşkınlıkla sorarken sivri kulakları titreşti.
Yanan Güneş Tarikatı, diğer ırklara karşı takındığı düşmancıl tavır ile öne çıkan ve çoğu tarikattan baskın olmasıyla bilinen bir tarikattı. Belki de bu sebeple, her yerde düşmanları vardı.
“Fakat, tüm bunlara rağmen savaşa birlik yollamaya cesaret edebildiler ha? Anlaşılan durumun ciddiyetini farkındalar.”
General iç geçirirken askere emretti.
“Gelen uzmanları güç seviyelerine ve element yatkınlıklarına göre böl ve onlara uygun olan birliklere götür.”
“Emredersiniz efendim!”
Asker ayrılırken, general en uygun saldırı planını düşünmekteydi.
Aradan geçen bir kaç dakikanın ardından askerin talimatı Violet, Yui ve diğerlerine ulaştı.
Yaşlıların büyük çoğunluğu ana savaş gücü olan Mavi Ejderha Ordusuna katılırken, Youto, Hikari ve Dunorah isimli üç iç saha gelişimcisi arka plandaki saldırıları üstlenecek olan Yeşil Yakut Tugayına katıldılar.
Yui, Violet ve Yaşlı Lia ise...
‘Cehennem Taburu. Neden böylesine bir isme sahip bir birliğe katılmak zorundayım?’ Violet bunu düşünüp iç geçirdi.
Evet, onlar Cehennem Taburu adı verilen bu tabura girmek zorundaydılar. Cehennem Taburu dehşetengiz gücünden dolayı bu ismi almış olsa belki Violet memnun olabilirdi. Fakat ne yazık ki Cehennem Taburu olarak anılmasının sebebi gücü değil, hep en öne atılmak zorunda olan öncü birliklerden olmasıydı.
Tabii öne atılmalarından dolayı ölümlerde aşırı normal karşılanırdı bu taburda. Öyle ki normal bir taburun olması gereken sayı en azından beş yüz, ile bin arasında olması gerekirken, Cehennem Taburu’nda minimum sayı olan üç yüz asker vardı.
Violet’in tüm bunları nereden bildiğine gelirsek, tüm bunları Yui sayesinde öğrenmişti. Anlaşılan bilgi yelpazesi baya genişti.
Yine de Violet ister istemez daha çok çaba sarf etmek zorunda kalacağını hissetti. Fakat bunlar önemli değildi. Önemli olan kısım...
“Sakinleş Vio.”
Yui hafif bir endişeli bir tınıyla bunu belirtirken Violet derince bir nefes aldı ve bir kez daha iç geçirip kendini olabildiğince sakin tutmaya çalıştı.
Yaşlı Lia da onlarla olacaktı. Violet, bunu bildiğinden öfkesine ister istemez yenik düşüp, düşmeme arasında gidip geliyordu. O, o gün ona ihanet etmişti. En çok lazım olması gerektiği vakitte!
Yui de bunu bildiğinden endişeli bir şekilde sakinleştirmeye çalıştı. Endişesi öfkeyle saldırması değildi. Saldırmasından oluşacak sonuçlardı.
Şu an öğrendiği kadarıyla çok fazla askere ihtiyaç vardı ve her asker önemliydi. Eğer Violet olay çıkarırsa, bu, kimse için iyi olmazdı.
Neyse ki endişesinin aksine Violet hiç bir şekilde öfkelenmedi. Aksine, derince aldığı nefesin ardından sakinleşmiş gibiydi. Bu da Yui’yi biraz şaşırtsa da arkadaşının en kötü durumda bile sakinliğini koruyabilmesi karşısında hayran kaldı.
Fakat bilmediği şey, öldürme arzusunun dinmemiş aksine artmış olmasıydı. Ne de olsa bundan daha iyi bir şans bulamazdı.
‘Onu öldürmek için mükemmel bir şans.’
Öldürme niyetini sızdırmamak için özellikle dikkat ederken sakinlikle dolu ifadesini sürdürmeye devam etti. Yine de ne derler bilirsiniz. Gözler kalbin aynasıdır. Her ne kadar gizlemeye çalışsa da, kalbinde biriken kin ve öfke, gözlerine bakan birisini, dehşete düşürecek cinstendi.
Tabii burada ki herkes uzman olduğundan, bu bakışlar burada ki kimseyi korkutamazdı. Ve ayrıyetten de kimse de kimseyle direkt bir göz teması kurmaya gerek duymadığından düşmancıl bakışları kimse zaten fark etmedi.
Yaşlı Lia dışında kimse demek daha doğru olurdu. Violet’in ona bakışlarını gördüğünde tek yapabildiği iç çekmek oldu.
Bu şekilde tarikattakiler askeri sınıflandırmalara göre bölünürken, henüz tarikattan kimse meydana gelen trajediyi bilmiyordu.
Gerçi... bilselerdi, çokta bir fark olmayacaktı.
…
Noah ayağa bile kalkmasını engelleyecek yaralarının iyileşmesini sükunet içinde bekler iken, Violet, Yui ve Yaşlı Lia ise savaşa hazırlanırken kısa sürede üç ay geçip gitti.
Noah tüm bu süre boyunca tek yapabildiği yatıp, önüne getirilen yemekleri yiyip, tuvalet işlevleri için birilerinin yardımını almaktı. Yaraları yüzüne en ufak hareketi için bile yardımcı gerekiyordu. Noah her ne kadar içten içe utansa da yapabileceği bir şey yoktu Yine de yaraları bir gıdım iyileşme ebaresi gösterdiğinden şu an için tek başına normal aktivitelerini yapabilir hale gelmişti.
Günlerden bir gün Noah, her zamanki gibi yavaş bir şekilde kalkarken, artık zamanının geldiğini düşündü.
‘Tüm bu zamana kadar seni beklettiğim için özür dilerim.’
Bunu düşünürken, Lunette’nin ona verdiği odadan çıktı, yavaş adımlarla salona girdi ve kapıyı açtı. Oldukça yavaştı. Ancak yavaş olmazsa tekrar yaraları açılacağını bildiğinden yapabileceği bir şey yoktu. Arada bir topallasa da düzgün sayılabilir bir şekilde yürüyordu.
Çıkmadan önce oldukça sade olan eve bakarken minnettar hissetti. Sonrasında evden çıktı ve yolda yürümeye başladı.
Yürürken ilk onu gören kişi, dört tane kolu olan, fakat birisi kesilmiş yaşlı bir adamdı. Üç tane kol ile oldukça insan dışı görünmesine rağmen aslında oldukça sevecen birisiydi.
“Selam evlat! Daha iyi görünüyorsun.”
Noah sakince onaylarken aceleci bir şekilde,
“Sağol Ulric amca, az işim var. Daha sonra konuşsak olur mu?” dedi.
Noah’ı ilk defa bir şey için acele ederken gören Ulric ne olduğunu merak etse de sormadı. Geldiğinden beri hep soğuk bir tavrı olan Noah’ın bu aceleci tavrı ona göre iyiye işaretti.
“Tamam evlat. Bir ara gel yine. Sana gençlik hikayelerimden anlatayım.”
Noah yine yavaş bir şekilde hareket etse de olabildiğince hızlı sayılabilirdi. Yoldan geçerken çeşitli ırklara mensup kişiler görmekteydi. Bir kara elfin çocuğu ile bir orkun çocuğu kovalamaç oynuyordu mesela. Yeşil, küçük olmasına rağmen oldukça iri olan bir orkun, koyu tenli varoluşu doğal bir şehvet arzusu uyandıran bir kara elf çocuğunu kovalaması oldukça korkutucu gözükebilirdi göze. Fakat bu iki çocuk için bu sadece bir kovalamaca oyunuydu.
Benzer şekilde, kimi zaman kurt kulaklarına sahip bir kaç kadın ona küçük yaşına rağmen cazibeli bir şekilde ona bakıyor, bazı cüce ırkına mensup kadınlar ise ona öpücük yolluyordu. Öyleki bazen kurt kulaklı kadınlar arasında bu tip diyaloglar dönüyordu.
“Çok tatlı bir çocuk.”
“Lunette, turnayı gözünden vurmuş.”
“Keşke ormanda bana da böylesine yakışıklı birisi çıksa.”
Tabii bu genellikle bu muhabbeti duyan bir yaşlı çıkıyor ve onları bölüp,
“Şşt. Ayıp oluyor ama kızlar. Lunette, olmasa köyün yarısı burada olmazdı.”
bu ve buna benzer nasihatler veriyorlardı.
Bu manzaralara artık alışmış olan Noah ise pek onları kafasına takmadan ilerlemeye devam etti.
Sonrasında bir kaç canavarinsanla daha karşılaştı. Onlar ise nedenini bilmese de düşmancıl davranan kesimdendi. Bir tanesi de kertenkele kuyruğu gibi kırmızı renkte dikenli bir kuyruğu olan kırmızı kedi kulaklı karşısında ki bu kadındı.
Gözleri anlamsız bir düşmanlık içeriyordu. Kulaklarının rengiyle uyumlu kızıl saçları olan bu kadın ona yakut gözleriyle bakarken, bu Noah'ın umurunda bile değildi.
"Çekil önümden kertenkele."
Noah düşmancıl davranan birine acımasızca davranmaktan çekinmiyordu artık. Yaralı olmasına rağmen omuz atıp onu kenara itti.
Kertenkele kadın ise bir şey söylemedi. Ama kaşları çatılmıştı.
Noah ilerlerken kuyruğunu onun önüne doğru savurdu. Açık bir çelmeydi.
Noah bunu fark etse de vücudunun tepkisi biraz geçti.
Yere yığılırken yapabileceği hiç bir şey yoktu. Oldukça gülünç bir duruma düşmek üzereyken tam o sırada kertenkele kadın onu tuttu.
"Biraz daha dikkatli ol. Yaraların yeni tedavi olmuşken açılmasını istemeyiz değil mi?"
Böyle derken devamında sesini bir kaç tık kıstı.
"Ayrıca bir daha bana kertenkele deme. Aksi takdirde bir dahakine bu kadar insaflı olmayabilirim."
Noah bir şey söylemedi ve toparlandıktan sonra ilerlemeye devam etti. İlerlerken adımları biraz daha hızlandı. Uzaklaşırken sinirlense de boşa olacağını biliyordu.
Hata aslında ondaydı. Güçsüz bir ölümlü iken kafa tutması kadar aptalca başka bir şey daha yoktu muhtemelen.
İç geçirirken bugün yapması gerekene odaklandı ve yürümeye devam etti. Kısa sürede demir çitlerle çevrili çeşitli mezar taşlarının bulunduğu küçük bir mezarlığa geldi. Mezarlıkta kendisinin -Lunette’nin yardımıyla tabii ki- kazdığı mezara vardı.
Boş mezara uzun uzun baktı. Sonrasında ise bir düşünce ile Yuen’in bedenini çıkarttı.
Bedinini görünce gözleri istemsizce dolarken bir şey diyemedi. Gözünün önünde olmuştu tüm olanlar…
Nazikçe mezara yatırırken, Yuen, sanki oldukça huzurlu gibi hissetti Noah. Elbette mezara koymadan önce Yuen’in bedeniyle ilgilenmişti. Pislikleri temizlemiş ve bir bakire kadar saf gözükmesini sağlamıştı. Bu yüzden adeta göklerden zorla düşürülmüş bir melek gibiydi gözlerinde.
Tertemiz vücudu toprağa koyarken ‘Hepsi benim suçum… Yeterince güçlü değildim… Şu anda ise güçlensem de bir anlamı yok…’ diye düşünürken oldukça umutsuz hissetti.
Vücudu koyduktan sonra, Yuen’i alnına yaklaştı ve ona küçük bir buse kondurdu.
Sonrasında geri çekildi. Eline bir kürek aldı ve ağır ağır gömmeye başladı. Hareketleri yavaştı. Fakat her toprak atışında Yuen gözlerinden yavaşça daha da gözükemez bir hale geliyordu.
Gözlerinden yaşlar süzülse de devam etti.
‘Özür dilerim… Seni koruyamadığım için özür dilerim… Lütfen… Lütfen beni affet…’
Kederli düşünceleri devam ettikçe daha güçlü bir şekilde gömmeye devam etti. Beş, altı kere kürekle toprak attıktan sonra -ki bu beş, altı toprağı atmak onun için zordu- kafasını toprağa bastırırken akan gözyaşlarıyla birlikte af dilemeye devam etti.
“Özür dilerim. Sana layık birisi olamadığım için, güçsüz olduğum için özür dilerim. Seni koruyamayacak kadar güçsüz olduğum için özür dilerim….”
Sesi gittikçe kısıklaşırken sonunda tek duyulan Noah’ın hıçkırarak bir kez daha ağlaması oldu.
Tüm bunlar olurken ise biraz uzakta Lunette, Alicia ve Julia, Noah için endişelendiklerinden onu izliyorlardı.
Onun bu halini gören Lunette, Julia ve hatta erkek düşmanı gibi davranan Alicia bile üzüldü.
“Onu temizlemesine yardım etmiştim. Her hareketinde af dilemeden duramıyordu. Hali hiç iyi değil.”
Lunette’nin endişeli tavrına Julia destek verdi.
“Evet. O güçlü, yıkılmaz duran birisinin, bu hale düşmesi…”
Cümlesine devam edemedi.
Alicia ise sessiz kaldı. Fakat fark etmese de onunda gözlerinden yaş akmaya başlamıştı.