Vampir Hükümdarı
Aç Bir Hayalet Asla Yeterince Yiyemez (1)
‘Bana bununla ilgili bir şey dediğini neden hatırlamıyorum?’
[Ben değil Sistem dedi. Kan Mührüne sahip bir köle size tamamen bağlı olacaktır diye. Hiç mi sistemin dediklerine dikkat etmiyorsun?] (Heron)
Noah’ın sitemli düşüncesine gelen yanıt karşısında kısa süreliğine sessiz kaldı. Sonra öfkeyle yanıtladı.
‘Tamamen bağlı diye bunu kast edeceğini nereden bilebilirdim! Ben sadece vücudu sorgusuz sualsiz emirlerimi yerine getirir sanıyordum. Bana tamamen bağımlı olmasını değil!’
Hafif bir homurdanma duydu zihninde.
[Hmph! “Bağımlılık” “Aşk” bunların özü de aslında vücuttaki hormonlardır. Üzüntü, mutluluk gibi duygularımız gibi hissettiğimiz, nefret, sevgi gibi hisler de vücuda bağlı olan şeylerdir. Ruh ise bu vücuttaki hormonal davranışları kopyalayarak kendine ekler. Bu sayede öldükten sonra ruhken bile bu hisleri hissedebilirsin. Kan Mührü ise vücudu manipüle ederek, kölenin düşünceleriyle oynar ve sana sadakat duyması için her yolu kullanır. Kadının da bunu aşk olarak yorumlaması oldukça muhtemel. Yani bir dahakine bir işe kalkışmadan önce sistemin dediklerini tamamen kavra da yap!] (Heron)
Noah da öfkeyle yanıtladı.
‘Ben bunu nasıl bilebilirim?! Az önce söylediğin her şeyi ilk defa duyuyorum. Hiçbir dayanağım olmadan böyle bir teoriyi nasıl kurabilirim!?’
Heron da tam sinirle karşılık verecek iken Akshay ikisini de durdurdu.
[Tamam, didişmeyi bırakın artık. Heron, çocukla çocuk olmayı bırak. Noah, sen de haklı da olsan uzatmanın bir anlamı var mı? Olan oldu. Bunun hakkında sızlanmak yerine ne yapmalıyım diye düşün.] (Akhsay)
‘Haklısın.’
Noah ona katılırken çocuk demesini elbetteki görmezden geldi. Muhtemelen bu zihnindeki düşünceler –ki onlara ne demesi gerektiği konusunda hala tam olarak emin değildi- bayağı uzun yaşamış yaşayan ansiklopedi gibiydi adeta.
O yüzden ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı.
‘Ne yapmalı? Julia… Onu dayanak olarak kullanmalı mıyım? Böyle bir şeye hakkım var mı ki? Daha yeni sevdiğim birinin ölümünü tatmışken… Fakat… Ne olursa olsun değişmeyecek. O benim kölem. İstesem de, istemesem de… O zaman bir sorun olmamalı.’
Düşünceleri tam karara bağladığı sırada omzunda birinin başını hissetti. Kafasını çevirdiğinde Julia’yı gördü. Yorgunluktan olmuş olacak ki bayılmıştı. Üstü yağmurdan dolayı ıslaktı. Kendisininki gibi…
Düşüncelerine o kadar dalmıştı ki yağmurun ıslaklığını fark edememişti. Normalde giderken Julia, manası sayesinde üstlerine küçük bir kalkan benzeri koruma oluşturabilmişti -ki bu onun manasını oldukça harcıyor olmalıydı-, ama dönerken ikisi de ayrı ruh hallerinde dönünce üstleri komple ıslanmıştı.
Julia’ya bakarken, göğüslerinin belirginleştiğini fark etti. Şeytan ona, günaha çağrı yapıyordu adeta. Fakat o direndi. Daha yeni kavga ettikten sonra ona öyle bir şey yapmaya gönlü el vermezdi.
Bunun yerine zor da olsa gözlerini kapayıp kafasına, kafasını dayadı. ‘Bir an için de olsa yaşananları unutup, kendimi anın rahatlığına bırakmamda bir sorun olmamalı değil mi?’ diye düşünüp, içi geçti.
O sırada onu izleyen iki çift güzel gözü ve bazı çocukların meraklı bakışlarını fark etmedi.
“Anne, bu abla ile abi neden ıslak ıslak yatıyor?”
“Teyze, üşütmesinler?”
“Anne, bu abla oldukça güzel gözüküyor. Uyanınca onunla oynasam olur mu?
Çocukların meraklı ve biraz endişeli sorularını anneleri veya annesi kadar yakın olan ebeveynleri yanıtladı.
“Abla ve abi çok yorgun. Ondan kendilerinden geçmiş. Onları rahat bırakalım ki uyusunlar tamam mı?”
“Üşütmez kızım merak etme.”
“Haha. Uyanınca sorarız.”
Onları fark eden ebeveynler ve çocuklar savaş gerginliğini bir süreliğine de olsa unutmuştu. Lunette ve Alicia ise onlara bakarken farklı düşüncelerdeydi.
‘Fazla yakınlar. Bu normal mi ki?’
‘Neden bu kadar yakınlar? Üstelik… birbirlerinin tenlerini hissedebilecek kadar ıslak olmalarına rağmen!?’
Tuhaf ve biraz ahlaksız düşünceleri dönüp durarken ikisi de pancar gibi kızardı utançtan.
…
Aradan birkaç saat sonra hava iyice karardı. Kara bulutlar, zaten kararmış olan havayı örtüyor, ay ve yıldızların görkemli ışığını kapatıyordu. Gök adeta kederle kükrüyor, sevdiği birini kaybetmişçesine durmaksızın ağlıyordu.
Bu yağmurun, bu kadar şiddetlenmesi herkes için oldukça beklenmedikti. Yine de dışarıda olan herkes uzman gelişimcilerdi. En azından kendilerini yağmurdan koruyacak kadar mana kontrolüne sahiptiler.
Noah ise oldukça şiddetli bir gök gürültüsüyle yerinden sıçradı. Julia da aynı şekilde uyandı. Islak giysileri çoktan kurumuştu. Yine bu yakın temas oldukça tuhaftı. Fakat anın korkusuyla ikisi de bunu fark etmedi.
“O, o da neydi!?”
“Gök gürültüsü sanırım?”
İkisi de birbirine bakarken, korkuları yavaşça dindi. Gözleri birbirlerine kilitlendi. Julia, Noah’ın gözlerine bakarken içine çekilmiş gibi hissetti. Noah ise hiçbir şey hissetmedi. Sadece gözlerinin derinlerinde bulunan kızıl bir parıltı dikkatini çekti.
‘Bu… O mühür mü?’
[Aynen öyle. Çoktan vücudunu ve zihnini tamamen ele geçirmiş durumda. Yapabileceğin hiçbir şey yok. Mühür bozulsa bile mevcut duyguları sana hissetmeye devam edecek. Hahaha!] (Heron)
Noah, Heron’u duymazdan geldi. Bunun yerine Julia’nın yüzünü inceledi. Yanakları hafif kızarmıştı. Gözleri ona açıklayamadığı bir duyguyla bakıyordu. Sıcak nefesini hissedebiliyordu. Bu garip duyguları hissederken ortamın uygun olmadığını kendine sayısız kez hatırlatarak kanını emme dürtüsüne direndi.
“Noah…”
“Şimdi olmaz Julia.”
Noah yavaşça geri çekilirken bunları söyledi. Julia daha sonra yavaşça kendine gelirken gözlerindeki küçük kızıl ışıltı söndü.
Julia başını tutarken gök bir kez daha gürledi. Göğün gürlemesi bu sefer o kadar şiddetliydi ki çocuklar korkudan ağlamaya başladılar. Ebeveynleri onları sakinleştirmeye çalışsa da göğün şiddeti artmaya devam ediyordu.
Durum gittikçe anormalleşirken iki canavarinsan asker gerginleşti.
İlk canavar insan “İkimizin gücü gelecek ufak grupları rahatlıkla temizleyebilmeli. Yine de dikkatli olalım.” derken diğeri sessizce onayladı.
Aradan biraz zaman geçti ve bir gök gürültüsü daha patladı.
GÜM!
Yere bir yıldırım düştü. Merakla ayağa kalkıp, yıldırımın düştüğü yere baktı iki canavar insan. Bir an olsun tetikteliklerini bırakmamışlardı.
Fakat gördükleri manzara göz korkutan cinstendi.
Bir yıldırım, bir insanın önüne inmişti. Daha doğrusu insan kadınının elindeki kılıca... Kılıç, sıradan bir kısa kılıç gibiydi. Oldukça normal gözüken çelikten yapılmış bir bıçak kısmı vardı. Kabzası da oldukça sıradandı. En ilgi çeken yanı balçığındaki gökyüzü mavisi mücevherdi. Bu mücevher masmavi elektrik kıvılcımlarını ufak ufak emiyor ve emdikçe daha da parlıyor gibiydi. Tabii bu masmavi kıvılcımlar sade o mücevherin alması için oldukça fazlaydı. Bu yüzden bu masmavi kıvılcımlar kılıcından yavaşça vücuduna yayılıyordu kadının. Bir erkek kadar kaslı olduğundan ilk başta cinsiyetini tanımlamak güç olabilirdi. Fakat oldukça hoş gözüken kadınsı yüzü ve iki belirgin tepesi onun kadın olduğuna inanmalarını sağladı.
Kadın, diğerlerinden farklı olarak bir zırh giymişti. Zırh, üst ve alt şeklinde ikiye ayrılıyordu. Fakat üst kısmı da alt kısmı da çelikten yapıldığından o kadar da belli olmuyordu. Üst kısımda kolları dışında her yerini kaplayan ağır bir zırh olduğu belliydi. Zırh özellikle kadınlar için yapılmıştı. Çıkıntılar için koruma daha da belirgindi. İki omuzluk vardı zırhta. Tasarımı basit olmasına rağmen göze hoş geliyordu. Bunun dışında kolları hafifçe örten kürkten bir malzeme vardı. Onların ardından ise yine çelikten yapılmış bileklikler ve eldivenler vardı. Zırhın, bileklik ve eldivenlerin üzerinde garip desenler vardı. Bu desenlerin kaynağında ise aynı gökyüzü mavisi mücevher.
Alt zırhı ise bel altı bölgesini koruyan üstüne giydiği ağır zırha nazaran daha hafifti. Tabii bacağını koruyan korumalıklar da aynı şekilde. Bacakları olarak görebileceğiniz tek şey metal plakalardı.
Bu kadının kafasında ise hiçbir şey yoktu. Saçları görkemli bir şekilde dalgalanıyordu.
Arkasında ise onun kadar ihtişamlı gözükmese de otuz altı ayrı savaşçı vardı. Kimisi zırh alabilecek lükse sahip olduğundan sıradan sayılabilecek zırh setleri kuşanmış, kimisi ise zırhsız bir şekilde savaşmaya hazır duruyordu. Yine de bir şey kesindi. Her biri bir uzmanla yarışır güce sahipti.
Bu iki canavarinsan bu ikisine bakarken gerildi.
“Sıçtık.”
“Biliyorum… Burayı bulmamaları gerekiyordu. Her neyse şimdi bunu düşünecek vakte sahip değiliz. Herkesi mağaranın dibine götürün. Bunu yapmak istemezdim ama… Ben burayı tutmaya çalışacağım.”
Diğer canavar insan onaylarken, yeşil kuyruğu gerginlikten oldukça sık sallanıyordu. Geri dönerken kalın sesiyle seslendi.
“Planlarda bir değişiklik oldu. Bulunduk! Son çare planını uygulamanın zamanı. Herkes mağaranın içerisine koşsun!”
Planı bilen ebeveynlerin yüzleri solgunlaştı. Yüzlerinde tuhaf bir ifade belirdi.
Onun gibi yeşil renkli kuyruğa sahip bir canavar insan kadın onun koluna yapıştı.
“Hayır Alexander! Eğer bunu yaparsan…”
Alexander isimli yeşil kuyruklu canavar insan, eşini birazdan ölecek olması doğalmış gibi davranmaya çalışarak teselli etti.
“Şşt! Biliyorum… Fakat yapabileceğimiz bir şey yok. Ayrıca ben olmasam bile iyi bir yaşam süreceğine eminim. Kendinizi üzmeyin ve iyi bir yaşam sürün. Tamam mı?”
“Ama, ama! Bu bir ölümden daha fazlası! Bu kadar ağır bir yükü taşımamalısın!”
“Yapacak bir şey yok. Hepimizin burada ölmesine göz yumamam."
Eşini biraz daha teselli ettikten sonra diğerlerini mağaraya doğru koşmaları için yönlendirdi. Buna benzer konuşma o kırmızı kuyruklu canavar insanla da yaşandı.
“Baba! Bizi bırakacak mısın!?” diye ağlayarak yapıştı bir kadın. Kırmızı kedi kulakları ve dikenli kertenkele kuyruğu olan kadından başkası değildi.
Hemen önünde ise ne olduğunu bildiğinden anlayışla ona bakan bir başka kadın vardı. Gözlerinden yaşlar akmasına rağmen hiç bir şey söylemiyordu. Ona bakarken erkek canavar insanın içinin acıdığını hissetti.
“Gel buraya…”
Kadını bağrına basana kadar sessiz ağlaması sürdü. Sonrasında ise sessiz ağlaması bağırarak ağlamaya döndü. İki ağlayan güzel kadını yatıştırmak oldukça zordu. Canavar insanın yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirdi. Kedi insan karışımı gibi gözüken canavar insan kadının saçına elini koyup nazikçe okşadı. Aynı şekilde kedi kulaklı melez olan çocuğuna da.
“Merak etmeyin. Geri döneceğim. Sadece… Biraz geç geleceğim. Ben John Kemikkale; geri döneceğime dair size söz veriyorum. Tamam mı? Üzülmeyin.”
YN: Serideki ilk soyadlı karakterimiz hayırlı olsun :D
Burada kimse aptal değildi. En geride kalmanın ölüm olacağını herkes biliyordu. Yine de ona inanmayı seçti eşi ve kızı.
“Dön. Tamam mı baba!?”
“Tamam kızım. Sende ben dönene kadar bana güzel bir damat bulursun artık haha!”
“Baba, burada bile mi…”
Kızı kızarırken, yüzünde hüzünlü hafif bir gülümseme belirdi. Buna rağmen gözündeki yaşlar durmuyordu. John, zamanın geçtiğini ve gittikçe yaklaştıklarını görünce daha bir çok şey söylemek istemesine rağmen onları yuttu ve “Artık gidin. Yaklaşıyorlar…” dedi.
İkili istemeye istemeye dediğini yapmak zorunda kaldı. Gitmeden önce ikisi de ona arada bir bakıyordu. John’un ise tek yapabildiği onlara üzgün bir gülümseme yollamaktı.
Noah onlara bakarken iç geçirdi. Julia biraz ilgisiz gibi gözükse de içten içe aile için üzülmüştü. Lunette ise gerçekten üzgün görünüyordu. Alicia ise olabildiğince ilgisiz gibi gözüküyordu.
Bir anlığına da olsa durumun aciliyetini unutup, aileye karşı herkes acımayla karışık bir tepki gösterdi. Fakat hemen ardından durumun ehemmiyetini hatırladılar ve hemen koşmaya başladılar. Ne de olsa arkada kalmak ölüme yaklaşmak demekti.
Buna Noah, Julia, Lunette ve Alicia da dahildi. Fakat akıllarında birkaç soruyla... Koşarlarken bir şekilde birbirlerine bakıyorlardı. Noah, Julia, Lunette ve Alicia, dördü de plan diye söz ettikleri şey hakkında hiçbir fikre sahip değillerdi. Dedikleri şeyin tam olarak ne olduğunu bilmiyorlardı fakat oldukça ağır bir bedeli olduğunu anlayabilmişlerdi. Tabii o kırmızı kertenkele kuyruklu canavar insan adama da acımışlardı. Fakat, şu an merakları daha ön plandaydı.
Noah da ne olacağını merak etti. Ve koşarken en uygun bilgi kaynağına sordu.
‘Sizin bir tahmininiz var mı?’
[[Bir sürü olasılık olabilir. Daha nereye gittiğinizi bile bilmiyoruz. Nasıl yanıtlayabiliriz?]] (Heron ve Akshay)
Haklılardı. Düşünmeyi bıraktı. sırada tek düşüncesi koşmaktı. En diplerine kadar koşmuşlardı. Fakat buna rağmen mağara sanki sonsuz bir tünelmişçesine ilerlemeye devam ediyordu.
“Daha ne kadar gideceğiz?”
“Ne bileyim!? Konuşmayı bırak da koşmaya devam et!”
Alicia'nın hışımlı çıkışmasını görmezden geldi. Onun da gergin olduğunun farkındaydı.
O sırada mağaranın girişinde akşam olmasına ve yağmur yağmasına rağmen adeta ben buradayım diyen kan kızılı kuyruğu sallanan bir canavar insan John duruyordu. Sol kolunda küçük bir kalkana sahipti. Boyutu o kadar küçüktü ki işlevsiz gibi duruyordu. Sanki bir oyuncak kalkan gibiydi. Kalkanın üzerinde sönük kırmızı bir mücevher vardı. Sağ elinde ise oldukça sıradan görünen bir kılıç vardı.
Buraya doğru yaklaşanlara bakarken yüzünde bir sırıtma vardı.
"Heh, sonunda geldiniz. Biraz eğlenceye ne dersiniz?"