Vampir Hükümdarı
Aç Bir Hayalet Asla Yeterince Yiyemez (2)
Dikilen canavar insanı gören, insanlar aptala bakar gibi bakarak kahkahalarla gülmeye başladı. Sanki büyük bir şakayla karşı karşıyaymışçasına karşılarında dikilmeye cüret edebiliyordu.
“Hahaha! Ne komik bir şaka. Bu aptal, kendi başına bizi durdurabileceğini sanıyor. İzin verin liderim! Şunu parçalara ayıralım!”
“Aynen öyle liderim. Burada vakit harcamayalım.”
Alaylar ve küçümsemeler havada uçuşurken, öndeki zırhlı kadın, eliyle susmalarını işaret etti.
“Huh, anlaşılan elindeki kalkana güvenerek buradasın değil mi? Bizi oyalamak istiyorsun.”
Elindeki kılıcı, John’a doğrulturken yüzünde bir sırıtış vardı.
“İyi, o elindeki kalkanın hatrına seninle oynayacağım. Kimse karışmasın. Bayağıdır dengim birisi karşıma çıkmıyordu.”
Kılıcındaki elektrik akımları şiddetlenirken yüzündeki sırıtış gittikçe korkutucu bir hal aldı. Aynı zamanda arkadan el hareketleriyle onu oyalarken yandan sıyrılarak hedeflerine gitme emri verdi diğerlerine.
“Öyleyse… Hadi eğlenelim.”
Kılıcıyla ileri koşmaya başladı. John çaresizce güldü.
“Sen de öyle diyorsan hadi başlayalım. Kanlı Kemikkale Kabilesi Yasak Tekniği: Yükselen Canavar!”
Etrafa dehşetengiz bir mana yayılmaya başladı. Vücudunun etrafında dönüp, anormal bir gelişim yaşamasına sebebiyet verdi bu mana. Sonrasında mana direkt vücuduna aşılandı ve kasları belirginleşmeye ve büyüyüp genişlemeye, uzamaya başladı. Sade gözüken kızıl kuyruğundan dikenler çıkmaya başladı. Kuyruğunda çıkan dikenler kuyruğundan çıkıp omurgasında çıkmaya devam etti. Ta ki kafasına kadar. Kafası ise normal bir erkek yüzü iken, şimdi yüzünde de çeşitli kısımlarda pullanmalar meydana gelmişti. Hatta bazı pullar direkt canavar soyunun rengi olan kırmızı renge dönüşmüştü bile.
Bu yasak tekniği kullanmak istemezdi. Bu kadını öldürmek bile başlı başına bu tekniği kullanmadan zorlardı. Yine de artık sorun değildi. Mevcut gücüyle kadın kolay bir avdı. Fakat otuz altı kişiyle bir seferde baş etmek zorunda kalırsa yine de zorlanacağı kesindi.
Bunu takiben, kalkanı da parlamaya ve şekil değiştirmeye başladı. Aynı vücudu gibi genişleyip uzadı.
Sonunda ise John, beş metre boyunda, her an patlayabilecek kadar şişkin kaslarla dolu, elleri ve kollarında pullanma meydana gelmiş, tırnakları uzayıp keskinleşip, pençe halini almış, sol koluna bağlı kalkan ise büyüyüp, bir tür pençe şeklini almıştı.
Tabii tüm bu dönüşümü yaşarken kısa bir anlığına dikkat kaybı yaşamıştı. Bazı sinsi olanlar, dönüşüm esnasında aradan sıvışıp mağaranın yolunu tutarken, diğerleri liderlerinin arkasında kalmayı seçmişti.
Diğerlerini fark etmeyen John ise önündeki hedefe odaklanırken düşündü.
‘Anlaşılan bu çatlak kadını durdurmak bile başlı başına zor olacak. Hiç bir şey planlandığı gibi gitmiyor. Umarım… Umarım. Fedakarlığım boşa gitmez.’
Bunu gören vücudunda çeşitli elektriklenmeler oluşan kadın, dudaklarını yalarken, tuhaf bir heyecan ifadesi gösterdi.
“Beni hayal kırıklığına uğratmazsın umarım küçük yaratık. Gökyüzü Meleği Birinci Aşama: Meleğin Adaleti!”
Kılıcındaki elektriklenme birden şiddetlendi ve kılıcı elektrik parçalarından görülemeyecek hale geldi. Çelik kılıcı, yıldırım kılıcına dönüşmüştü adeta. Bu onun en gurur duyduğu beş aşamalı tekniğin ilk aşamasıydı.
Bu tekniği kullandıktan hemen sonra gözlerden kayboldu. John, sağ eliyle, hızla boynuna gelmek üzere olan kılıcı durdurdu.
“Çok yavaş.”
John korkutucu bir sesle demişti ve sol koluyla kadına saldırdı.
“Aynı şekilde sen de çok yavaşsın kas yığını.”
Kılıcını geri alıp, hemen geri çekilmeye çalıştı. Fakat, kılıcını çekemediğini fark etmesi uzun sürmedi.
“N-ne?”
Anlamlandıramadı. Şaşkına döndü.
“Hehehe. Güzel denemeydi. Bu yıldırımlar birazcık acıtıyor, fakat o kadarda etkili değil.”
Avucundaki kılıcı daha da sıkarken en sonunda parçalara ayırması uzun sürmedi. Kadın kılıcının kırılmasını da fırsat bilerek direkt geri çekilmeden önce bir an bile tereddüt etmedi.
“Seni lanet olası! O çelik kılıç benim için çok önemliydi.”
Kadın dişlerini gıcırdatırken hemen yeni bir teknik kullandı.
“Şimdi beni kızdırdın seni küçük piç. Gökyüzü Meleği İkinci Aşama: Meleğin İntikamı!”
Kadının zırhındaki mücevher, normalden çok daha fazla parlamaya başladı ve bu sefer tüm vücudu elektrikle kaplandı.
Masmavi yıldırımlarla kaplı bu yıldırım kadının sırtından aynı zamanda iki tane yıldırımdan oluşan kabaca güvercin kanatlarına benzer bir tarza sahip kanatlar çıktı. Onları tek bir seferde çırptı. Ve yok oldu.
John nerede olduğunu ilk başta göremedi. Aşırı hızlanmıştı! Ta ki sırtından bir ürpertici hissedene kadar. İçgüdüsel bir şekilde sol kolundaki kalkanı saldırıdan kurtulmak için kullandı.
DİNG!
Yıldırımdan oluşan bir kılıçla tuhaf bir metalden yapılmış kalkan çarpıştı. John’a bakarken kadın sırıttı.
“Hehe, tuzağıma düştün.”
“Ne demek istiyorsun?”
John anlamadığından sordu.
“Saldırımı durduracağını en başından beri biliyordum. Şimdi çarpılmanın tadını çıkart hoho.”
Fakat hiçbir şey olmadı. Kadın hiçbir şey olmadığını görünce donakaldı. John da fırsattan istifade pençeleriyle kadına bir pençe saldırısı yaptı.
Pençe saldırısı kadının sol kolunda derin bir kesiğe neden oldu. Acıyla uyarılan kadın hemen kendine gelip geriye doğru fırladı.
“Haha! Elektriği vücudumda yaymayı planladın değil mi? Kızım sen giderken biz dönüyorduk bu yolları. Yıldırım elementi kadar tehlikeli bir element yoktu eskiden. Ta ki biz bu kalkanımdaki metali bulana kadar.”
John kahkahalarla gülerken kadın tedirgin oldu. Fakat yine de heyecanlıydı. Bu heyecanın sebebiyse basitti. Oldukça çetin bir düşmanla karşılaştığını anlamıştı.
…
O sırada bizimkiler hala koşturmaya devam ediyordu. Diğerleri pek bir şey hissetmese de Noah yorgunluktan gebermek üzereydi. Ne de olsa o şu an basit bir ölümlüydü. Bu kadar koşuşturması bile mucizeydi. Neyse ki sonunda mağaranın sonuna ulaşmışlardı. Fakat ulaştıklarında gördükleri sahne… oldukça ürperticiydi.
İnsan kemiklerine benzer kemikler her yere saçılmış, birden fazla canavarın kafatası belirli bir düzende yerleştirilmişti. Bazı yerlerde oldukça eski gözüken kan izleri vardı. Bu düzenin tam ortasında garip bir şekle sahip bir kase vardı. Bu, siyah, eskimiş, dikenli bir kaseydi. Oldukça ürpertici bir hava yayıyordu.
“Bu, bu da ne?”
[Formasyon.] (Heron)
‘Onu bende biliyorum. Ne formasyonu? Nasıl bir insan böylesine zalimane bir formasyon yapabilir?’
[Dedi yüzlerce kişinin ölümünden sorumlu kişi. Her neyse, neyin ne olduğunu bize sormak yerine formasyonu tanımlasana? Daha önce formasyon hakkında bilgi deneyim edinmiş olman lazım.] (Heron)
Noah, kısa bir süre duraksadı. Sonrasında daha önce aklına akın eden küçük bilgi kırıntılarını hatırlamaya ve formasyonu uzaktan incelemeye başladı. Kafataslarının açısı, kandan gelen mana iletimi vb. Sadece bir bakarak bunları incelemek oldukça zordu. Yine de formasyonlar hakkında azda olsa bir bilgiye sahip olduğundan ne olduğuna dair kabaca bir bilgi edinebildi.
'Bir tür ışınlanma formasyonu mu?'
Noah kendi kendine bulduğu keşfi düşünürken o sırada yeşil kuyruklu Alexander, kuyruğu sallana, sallana yürümeye devam etti. Oradaki kaseye yaklaştı, eğilip kaseyi eline alıp kokladı ve yüzünü ekşitti.
"İlk günkü gibi… kan kokusu kendini korumayı başarmış."
İç geçirdi.
"Ne kadar zaman oldu, bu kokuyu almayalı?"
Bunu derken titreyen ellerini fark etmedi. Kolay değildi. Ölüm korkusu onu etkiliyordu.
Önce şaşkınlıkla ellerine baktı. Sonrasında orada yavaş yavaş doluşan kalabalığa bakıp kendini sakin olmak için zorladı.
"Huh, Huh. Yapalım bu işi. Hey millet! Birazdan burada gri renkte bir portal açılacak. Açıldığı gibi koşun. Arkanıza bile bakmayın."
Noah onun ne yapacağını merak etse de bir tahmini vardı. Yine de emin olmak için onun yapmasını beklemek zorundaydı.
Beklemesi neyse ki fazla uzun sürmedi. Ona bakarak ağlayan eşine son bir kez gülümseyen Alexander, kaseyi tam kalbine batırdı!
Oldukça kaliteli kan fışkırma efekti (Editörün bile bu sahneden etkilendi... Oldukça kaliteliydi.) (Yazar, Editörünü etkilediği için memnun.)
Kan mağara zeminini kırmızıya boyadı. En azından küçük bir kısmı. Kalan kısmı kasenin dikenlerinden kasenin altındaki kapkara mücevherin içine doğru süzülmeye başladı. İlk başta normal bir sızıntı şeklinde akıyordu. Fakat saniyeler geçtikçe hızlanmaya başladı. Adeta bir nehir akıntısı gibi olana kadar devam etti bu.
O sırada da kansızlıktan diz çöktü zaten Alexander. Teni solgun bir hal almıştı. Bir vampirden bile daha solgundu teni.
Elleri bir kez daha titremeye başladı. Fakat bunun tam tersi şekilde kararlılıkla kaseyi daha da derine bastırıp, "Agh~!" diye inlemeden duramadı.
Eşi yanına doğru koşmaya başladı. Fakat Alexander, zar zor elini durması için kaldırdı.
"Yaklaşma… Bunu tek yapmalıyım… Öghk! Püğ!"
Kan kusarken, kase iştahla kanını emmeye devam etti. Kasenin arkasındaki açıkça kendini belli etmeye başlayan mücevher ise kırmızı bir renkte parlamaya başladı. Bu renk alev kırmızısı değil, kan kadar koyu bir kırmızıydı.
O sırada benzer şekilde kurumuş gözüken kan kalıntıları, saçma bir şekilde mananın kendi rengi olan mavi renkte mana akışı sergilemeye bunun sonucu olarak da parlamaya başladı. Aynı şekilde kafataslarının da göz yuvaları parlayıp, ışık saçmaya başladı.
Sonunda neredeyse tüm kanını emdiğinde, sadece bir insanımsı müsveddesi kalmıştı. Fakat her şey daha yeni başlıyordu. Mücevherin parladığı renk kırmızıdan, soluk beyaza döndü.
Ufak inlemeler dışında sessizce ölen bu cesetten tüyler ürperten, tiz bir çığlık yankılandı. Çığlık öylesine tizdi ki cinsiyetini tanımlamak oldukça güçtü. Fakat onun sesini daha önce duyanlar bu çığlığın sahibinin Alexander olduğunu fark edebilirdi.
Alexander'ın çığlığı keder ve isteksizlikle doluydu. Önceki metanetli kişi ile alakası yok gibiydi.
Neler olduğunu anlayamayan gençler şaşkın ve korkmuş bir şekilde annelerinin arkasına saklanırken, Julia, Lunette, Alicia ve Noah elleriyle kulaklarını tıkadı. Ayrıca Lunette ve Alicia, Noah'ın arkasına geçerken, Julia iç güdüsel bir şekilde Noah'a önden bir sülük gibi yapıştı.
Her tarafı kadınlarla çevrili olmasına rağmen umurunda olmayan Noah'ın ise gözleri sarımsı bir parıltı ile parıldarken gördükleri karşısında şoka uğramakla meşguldü.
"O… O, ruhu mu emiyor?”
“Ne?”
Alicia anlamsızca kafasını yana eğerken, Lunette şok oldu.
“N-nasıl!? K-kim böylesine korkunç bir şey yapabilir?”
Julia ise farklı bir soru yöneltti Noah’a.
“Bunun ruhunu emdiğini nereden bilebilirsin?”
Noah, Julia’nın sorgulayıcı ses tonunu umursamadan yanıtlarken en az onlar kadar şaşkındı.
“Ben… Görebiliyorum. Onun ruhunu.”
Gri bir silüet görüyordu. Cesetten çıkmaya çalışan, kederle çığlık atan gri bir silüet. Gözleri yoktu. Belli olan hiç bir şeyi yoktu. Fakat Noah, onun bir şekilde o adama ait bir ruh olduğunu biliyordu. Kanının kaynadığını hissediyordu o ruha bakarken. Ve onun… salyası mı akıyordu?
Ağzından akan salyayı fark ettiğinde hemen koluna silip düzeldi. O sırada ani bir aydınlanmayla bu formasyonun olayını sonunda anladı.
“Şimdi anlıyorum! O formasyonun güç kaynağı olarak kendini feda etti. Bize kısa süreli bir ışınlanma merkezi oluşturmak için. Işınlanma formasyonu bu. Fakat nereye çıkıyor?”
Buraya kadar sadece tahminlerle varmasına orada onu dinleyen, ebeveynlerin çoğu takdirle kafasını sallamasına neden oldu. Hatta öyle ki oradaki yaşlı bir adam ona açıklama niyetiyle yaklaştı. Bu yaşlı adam, savaşa katılamayacak kadar yaşlı ve güçsüz olmasından dolayı buradaydı. Bu arada anın korkusu geçince, kızlar, onun arkasına saklandığını fark edip, kızarıp uzaklaştı. Fakat Julia’nın pek umurunda değil gibiydi.
“İyi tespit genç. Sende bir formasyon ustasının keskin gözleri ve kurnaz bir tilkinin zihni var anlaşılan. Doğru, bu bir ışınlanma formasyonu. Buraya ilk geldiğimizde yaşlılıktan ölen insanlar ve avladığımız canavarları kullanarak oluşturduğumuz bir formasyon. Beşinci Kolordu Generalimiz tarafından zamanında istenmişti. Biz formasyon ustaları da onun isteğine göre yapmıştık. Bunu yaparken Generalimizin gözlerinde ilk defa gördüğüm acıma hissini hala hatırlarım. Bu formasyonun hiç bir zaman kullanılmamasını ummuştu.”
“Yine de bu… çok korkunç.”
Lunette’in yorumuna eksantrik bir gülüşle yanıt verdi yaşlı adam.
“Ehehe haklısınız. Fakat bazı zamanlar, insanlar acımasız hareketler yapmak zorunda kalır. Değil mi melez kabus?”
Noah anlamamış gibi davrandı.
“Kime diyorsunuz amca?”
Yaşlı adam yine o tuhaf gülüşünü yaparken, Noah’ın gözlerinin içine baktı. Noah, tüylerinin ürperdiğini hissetti. Yaşlı adam ona bakmayı bırakıp Lunette’ye dönerken konuştu.
“Kukukuku! Demek öyle istiyorsun. İstediğin gibi olsun. Neyse küçük kız. Formasyon şu an şarj almış durumda. Aktif edilmesi için senin kanına ihtiyaç var. Bu hançeri al ve parmağına küçük bir kesik açıp kanını mücevherin üstüne akıt. Merak etme şu an mücevher dolu. Yani sana saldırmaz.”
Lunette, kabul etmeden önce bir an titredi.