Zanaatkâr Teknobaz
Hayatta Kalma Oyunu
Zanaatkâr Teknobaz – 3. Bölüm: Hayatta Kalma
Oyunu
Kars büyüleyici bir yer. Nefreti ne kadar
büyük olursa olsun, Kilian, Kars’ın cennetten bir parça olduğunu her gün
kabullenmek zorunda kalıyordu. Scharbuhel Gölü’nün üzerine inşa edilmiş 1349
metrekarelik şehirde 3.2 milyon insan yaşıyor, Orloth nüfusunun yaklaşık
%2’sini oluşturuyordu. Turistler ve şehir sakinleri her caddede göletler,
çeşmeler ve canlı parklar görebilirdi.
Kristal Şehri olarak bilinen Kars’ta kubbeli
evler ve gökyüzünü delen kulelerin tamamı buz mavisi, kristalimsi bir malzeme
olan orstaplhtan yapılmaydı. Ve her ne kadar şehrin merkezinde olsa da Kars
Dükü’nün oturduğu Kristal Sarayı, devasa bir akıntıyla şehrin kalanından
ayrılıyordu. Ziyaretçiler akıntının iki tarafına kurulmuş firkateynler
sayesinde karşıya geçiyor ve köprüde avuç içi boyunda minik spor arabalar
yarışıyordu. Kars’taki arabalar insanın eline sığabiliyor, kendi kendini
sürebiliyor ve her türlü çarpışmayı önceden görebiliyordu.
Ama bunların hiçbiri şehir semalarında süzülen
ve iklimi koruyan üç platin küreyle kıyaslanamazdı.
Bu üç küre, 3.2 milyon şehir sakininin aklını
okuyor ve çoğunluğun tercih ettiği havayı sağlıyordu. Eğer çoğunluk yaz
isterse, yaz geliyordu. Kış isterlerse, kış geliyordu ve olur da ikisinin
karışımını isteyecek kadar delirirlerse o zaman da hava karışıyordu. Kars’ta
genelde ebedi bir bahar hüküm sürerdi. Odasının balkonunda oturup hava
filolarının gökyüzünde devriye gezip nanomakineler sayesinde bütün virüsleri ve
sorun olabilecek bakterileri yok etmesini izleyen Kilian, sessizce Klaus’un
yeteneklerine sövdü.
Bütün Arkadya kıtasında, halktan birinin bir
aristokratı mahkemeye verebileceği tek bir şehir vardı. Kars. İçinde on altı ay
geçirdikten sonra Kilian bu şehre aşık olmuştu. Aristokratlar hareketlerine
dikkat ediyor, kölelik yürürlükten kaldırılmak üzereydi ve kalan birkaç köle de
diğer büyük şehirlerin halkından daha iyi hayatlar sürüyordu. Fakirlik oranı
%1’in altındaydı ve “Kötüye Adil Davran” sözleri, Klaus’un gaddar babasını idam
ettiği platformun üzerinde parlıyordu.
Ve bu milyonlarca insan için Klaus, gelmiş
geçmiş en büyük kahramandı, onları yok olmaktan kurtaran sert ama adil bir
Tanrı'ydı. Sık sık adına heykeller dikmeye çalışmışlardı, ama Klaus bunu her
zaman reddediyordu. Düklüğün geri kalanında da durum çoğunlukla aynıydı.
Güneş ışıkları gökyüzünden yansıdı ve
Kilian’ın yatağının yanındaki alarm çaldı.
“Bugün dersi bahçede işleyeceğiz” dedi Klaus
ve Kilian da hiç vakit kaybetmeden odasından çıktı. Kapı koluna dokunmasına
bile gerek yoktu. Işıktan kapıya kadar her şey, Kilian’ın beyin dalgalarını
takip ediyordu.
“Günaydın Küçük Efendi,” dedi koridora
dizilmiş ve Kilian’ı görünce eğilen düzinelerce hizmetçi hep bir ağızdan. Klaus
kaleye kendi kendini temizleme mekanizması kurmasına rağmen, bazı işler için
yardıma ihtiyaç duyuyorlardı. Bu aynı zamanda başka seçeneği olmayanlara
verilen bir işti. Ve Kilian ışınlanma çemberi kullanabileceği hâlde, Klaus bunu
yasaklamıştı. “Saray boyunca yürümen kendini disipline etmen için iyi olur,”
diyordu sık sık. Ve Kilian asla sıkı çalışmadan kaçmamasına rağmen, her gün iki
saat boyunca merdiven inip çıkmak disiplin değil, saçmalıktı.
Bahçeye adımını atar atmaz Kilian, Klaus’un
her Perşembe günü yaptığı gibi bir bonsai ağacını budadığını gördü. Ancak her
zamanki manzaranın aksine, yanında elleri kelepçeli bir adam diz çökmüş ve
domuz gibi terliyordu.
“Hoş geldin Kilian,” dedi Klaus ve
parmaklarını kesti. Adamın kelepçeleri paramparça oldu ve kan kokusu almış bir
tazı gibi Kilian’ın üstüne atıldı. Bunu beklemeyen Kilian irkildi. Adam ona
birkaç kez vurmaya çalıştı, ama hiçbiri tutmadı. Ancak durmadı, sanki Kilian’ın
canını almak istiyormuş gibi devam etti.
Kilian hayatı boyunca hiç böyle bir düşmanla
karşılaşmamıştı ve düşmanı üzerinde baskı kurdukça titriyordu, ama bunun sebebi
korku değil, saf öfkeydi. Sağa yatan Kilian, adamın darbesini savuşturdu ve
rakibinin sağ dizine bir tekme attı. Kemiği kırıldı ve dengesini kaybedip yere düştü.
“Aahhh!” Saldırgan inledi, ama Kilian öfke
içinde sağlam bacağını da tutup hiç düşünmeden kırıverdi. Bacakları kırık hâlde
acı içinde inledi. Kemiklerinin kırılmasını içini yakmış olsa da Kilian onu
tutup ağzındaki dişlerini döktü.
Kan içinde kalan adam yerde öylece yatakaldı
ve Kilian da öldürene dek öfkesini ondan çıkardı. Ancak Kilian yine de durmadı.
Aralarında ne düşmanlık ne de husumet vardı, peki ama bu adam neden ona
saldırmıştı? Neden? Neden? Neden?
Bu hiç adil değildi! Bunu kabullenemedi, bu
yüzden adamı yüzü paramparça olana dek yumrukladı, eski kimliğinden eser
kalmayıncaya dek yumrukladı, yumrukladı ve yumrukladı!
Bu esnada Klaus yan tarafta duruyor, bonsai
ağacıyla ilgileniyordu. Ve Kilian’ın öfkesi artık onu yönlendirmediğinde, dük
babası dönüp sonuçlarına baktı.
“Sana D veriyorum. Adamı öldürmek için çok
fazla kuvvet kullandın. Her ne kadar cinayetten suçlanmış olsa da kendisi
herhangi bir dövüş eğitimi almamış bir kuyumcuydu. Eğer onun gibiler için
nefesini harcarsan, bir pusuyla nasıl başa çıkacaksın?” Klaus duygusuz bir ses
tonuyla sordu. Kilian ancak o zaman bu vahşi hâlden kurtuldu ve öfkesinin
sonuçlarıyla yüzleşti. Donakalmış hâlde gözlerini eğdi ve kana bulanmış
ellerine baktı. İlk kez adam öldürmüştü, hiç tanımadığı birini sanki kana tapan
bir barbar gibi ölümüne dövmüştü.
Ne ara bu kadar şiddetli birine dönüşmüştü?
“Düşmanlarını insan olarak görmemek, hayatta
kalmak için hayatidir. Tıpkı onun yaptığı gibi, ona eğer seni öldürürse,
alacağı cezanın idam yerine müebbet hapis olacağını söyledim. Baksana duruma
nasıl da uyum sağladı.” Klaus, Kilian’a doğru yürüdü ve kulağına fısıldadı.
Yerden kökler çıktı, cesedi sarıp toza dönüştürdü.
“Artık öldürme becerilerini idam mahkumları
üzerinde çalışacağız. Her ay bir insan çağıracağız, sonrasında iki, üç, dört—
otuz, sen onları ikinci defa düşünmeden öldürene kadar devam edeceğiz.
Çalışmalarının üstüne, sabah akşam seni avlayacak suikastçılar da
ayarlayacağım. Ve bir sürü düşmanımın sana huzur vermeyeceğinden de şüphem yok.
Ölmemeye çalış,” diye fısıldadı Klaus, dalgın oğlunun kulaklarına.
“Şimdi gel bakalım, tanışman gereken biri
var.” Klaus, Kilian’ı bileğinden çekerek kaleye götürdü. Buz mavisi duvarlardan
geçerken, Kilian’ın aklına öldürdüğü adamın kanlı suratı geldi, ardından yüzü
tıpkı cam bir ayna gibi çatladı ve Kilian elini Klaus’tan çekti. Dük gülümsedi ve hiçbir şey demedi.
Birlikte kabul salonuna geldiler. Girişten ana
salona kadar, Kars’ın geçmişteki 60 dükünün portreleri duvarları süslüyordu.
Geleneklere göre Klaus öldüğünde Kilian’ın da portresini çizdirip koridor
duvarına asması gerekiyordu— ama yapmayacaktı. Hepsini yakıp duvarları boş
bırakmak en iyisiydi. Zaten pek fazla yer de kalmamıştı.
İkilinin içeri girmesinden sonra, koridorda
bekleyen sekiz asil ve kadın eğilerek onlara selam verdi. Bu manzarada
Kilian’ın dikkatini çeken tek bir şey vardı: von Karstenlerin mavi gözlerine,
siyah kıvırcık saçlarına sahip, 13 yaşında bir kız.
Genelde evdeki kızlara bakmazdı, ama bunu
görmezden gelmek güçtü. Tıpkı ustaca yapılmış bir oyuncak bebek gibi,
vampirlerinkine benzeyen bembeyaz teniyle kusursuz görünüyordu. Kilian o minik
dudaklarının ardında sivri dişler gizliyor mu diye merak ederken kız kocaman
gözlerini ona doğru kırptı.
“Kilian, Anke. Anke, Kilian. Gelecekteki
karın, gelecekteki kocan. Umarım iyi anlaşırsınız.” diye onları tanıştırdı
Klaus, ardından kalan yedi kişiye koridoru boşaltmalarını işaret etti. Hiç
gecikmeden boşalttılar.
Yalnız kalan ikili, Anke sessizliği bozmadan
önce üç dakika boyunca birbirlerinin suratlarına baktı.
“Amcam senin dengesiz olduğunu söylediğinde
ona inanmamıştım, ama milyonlarca insanı öldürmüş gibi görünüyorsun.” İlk başta
bu sözlerden ötürü şoka giren Kilian, kanlı ellerine baktı ve öyle görünmesinin
mantıklı olduğunu düşündü.
“Doğru diyorsun, kan emici bir lolita gibi
görünen birini ciddiye almak çok zor. Daha önce hiç güneş ışığından korkup
korkmadığını soran oldu mu?” diye karşılık verdi Kilian, Anke’nin kocaman
gözlerini kısmasına sebep oldu.
“Tenim pamuk gibidir.”
“Hayır, tebeşir gibi. Hayalete benzemeyi iyi
bir şeymiş gibi gösterme.”
Kilian’ın sözlerinden ötürü öfkelenen Anke
yumruğunu kaldırdı. Bu nefret dolu yaratık nereden çıkmıştı ve sevgili amcası
nasıl olur da onunla evlenmesini isteyebilirdi? Kilian da sanki düşüncelerini
okuyormuş gibi başını salladı.
“Ne düşündüğünü biliyorum. ‘Aman Tanrım, bu
çocuk benim için fazla iyi’ diye düşünüyorsun ve kesinlikle haklısın da. Bu
yüzden bu evlilik hayatta gerçekleşmeyecek,” dedi Kilian ve arkasını dönüp
gitti.
O gün gönlünde öfkeyle sırtına bakarken Anke,
onu ayaklarına kapandıracağına yemin etti— ancak bunu hiç başaramadı.